Kişi üniversite öğretim üyesi olunca, en iyi irdelediği ve duyarlı olduğu sorunlar da doğal olarak üniversiteye ilişkin olanlar olur. Aslında üniversitelerin sorunları aynı zamanda toplumun öncelikli sorunlarıdır. Zira üniversiteler bir yandan bilim üreten ve bilimle uğraşan (ya da böyle olması gereken) kimseleri istihdam ederken, bir yandan da ülkenin geleceğinin emanet edildiği seçilmiş gençleri barındırır. Bu anlamda üniversiteler ülkelerin geleceğini de yansıtır; barındırdığı gençlerinin yapısı gereği “delikanlı” gibidir ve her zaman kanları kaynar.
Özel sohbetlerde, medyada, daha yakınımızdaki Medimagazin’de ve hemen her ortamda üniversite ve tıp fakültelerinin sorunlarıyla karşılaşıyor ya da sorunun muhatabı oluyorum. Konuştuğunuz öğretim elemanı ve öğrenciler arasında genel bir endişe, özgüven kaybı ve atalet gibi insana özgü tedirginlikler hemen gözlemlenmektedir. Genel başlıklar halinde, bu tedirginliklerin nedenlerini şöyle sıralamak mümkün olabilir: 1) Anayasa ve dolayısıyla üniversiteler kanunundaki değişiklik, 2) Tam gün yasası, 3) Rektör atamaları, 4) Yeni üniversite – fakülte açılması, 5) Üniversitelerde çalışma hayatı.
Elbette bu ana başlıklar halindeki sorunlar yumağı, böyle bir köşe yazısıyla incelenecek ve çözüm önerilerinde bulunulacak konular olmadığı aşikar olmakla beraber, ben her birisine kısaca değinerek ayrıntılı incelemeyi daha sonraki yazılarıma bırakmayı planlıyorum. Şimdi bu 5 başlıkta toplamaya çalıştığım sorunlara çok kısa dokunmaya çalışacağım:
1- Anayasa ve Üniversiteler Kanunu’ndaki değişiklik. 1982 Anayasası ya da mevcut Anayasa ve YÖK yasası çıktığı günden beri belki de en çok eleştirilen iki yasa konumundadır. Toplumdaki hemen herkes bu iki yasanın da “sivilleşmesini” ve dolayısıyla değişmesini istemektedir. Fakat önemli olan husus, toplumun büyük kesimince kabul gören bir değişikliğe gidilmesi zaruretidir, yani toplumsal konsensustur. “Ben yaptım oldu, ben kimseye zarar vermem” mantığı yanlıştır ve ülke ne zarar gördüyse bu yaklaşımdan görmüştür. Önemli olan kurumsallaşmaktır. Nitekim, YÖK Yasası çerçevesinde bir hakkı teslim etmek gerekirse, YÖK Başkanlığı döneminde Sayın Doğramacı göreceli olarak üniversitelere en az zarar veren ve belki de en yararlı olan kişidir, fakat eseri farklı insanların elinde en çok tenkit edilen kurum haline gelmiştir.
Bugün için yapılması gereken değişiklik, YÖK’ün yetkilerini koordinasyon yapan kurum işlevi ve tarafsız kurum olarak Devlet adına üniversiteleri denetleme görevi ile sınırlandırmaktır.
Bir hususu tekrarlamakta yarar görüyorum: Türk halkının, dolayısıyla Türk üniversitelerinin kendine özgü gelenekleri, alışkanlıkları, insan ilişkileri, çalışma temposu, yöneten–yönetilen ilişkileri vardır. Bunları dışlayarak Anglo–Sakson ya da Kıta Avrupası ülkelerindeki başarılı olan bir sistemi Türkiye’de uygulamaya çalışmak, ille de başarılı olunacağının garantisi değildir. Hatta başarısızlığın bir nedeni de olabilir
2) Üniversite öğretim üyelerinin ya da genel olarak sağlık çalışanlarının tam gün çalışması. Hekimlerin tam gün çalışması bundan önceki dönemlerde de pek çok kez uygulamaya konuldu, fakat her seferinde bir süre sonra bu uygulamadan vazgeçilmiştir. Sağlık Bakanlığı tarafından getirilen tam gün yasa tasarısı taslağı umulur ki daha önceki uygulamalarda ortaya çıkan eksiklikleri içermez. Fakat hekimlerin tam gün sağlık hizmeti vermesindeki verimliliğin ölçüsü yalnızca para değildir. Yani çok para vermekle iyi hizmet almak arasında doğru orantı yoktur.
3) Rektör atamaları. Bundan önceki Cumhurbaşkanımız tarafından kendisine sunulan üç aday arasında en az oy alan rektör adayının rektör olarak atandığına ilişkin pek çok örnek vardır. Bu durum açık ya da kapalı olarak serzenişlere ve kırgınlıklara neden olmuştur. Gönül ister ki aynı durum şimdiki Cumhurbaşkanımız tarafından da tekrarlanmasın. Zira rektör atamalarında üniversite öğretim üyelerinin iradeleri dışında pek çok sübjektif etken rol oynamaktadır. İşin daha da kötüsü geçmiş dönemlerde rektörler tarafından ekilmiş olan kin ve nefret tohumlarının bugünkü dönemde yeşererek dal budak salmasına hem hükümet hem de rektörler izin vermemelidir. Ayrıca rektör adaylarını da “sakıncalı piyade” olmaktan kurtaracak bir yöntem mutlaka bulunmalıdır.
4) Yeni üniversite – fakülte açılması. Üniversite ve dolayısıyla değişik fakültelerin açılması bir siyasi tercih olmaktan ziyade bir planlama meselesi olmalıdır. Diğer bir değişle, Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) tarafından hazırlanan 5 yıllık planlara uyulmalıdır. Plan-program olmayınca işler iyice karışmaktadır. Örneğin, Almanya’da tıp fakültelerinde öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı 22.5 iken aynı sayı Türkiye’de 3.6 bulunmuştur (ÖSYM 2007 verileri, Prof. Dr. M. H. Vahaboğlu). Yani, üniversitelerimizde belirgin bir öğretim üyesi savurganlığı vardır. Ayrıca devlet tıp fakültelerini 3. basamak sağlık hizmeti vermesi için özendirip yönlendireceği yerde sağlık ocağı görevini verirse, durum ileride daha da hazin ve içinden çıkılmaz bir hal alacaktır.
5) Üniversitelerde çalışma hayatı. Hemen hemen tüm nedenleri herkes tarafından bilinen üniversitelerdeki yetersizlik ve özgüven eksikliği, bugün ortaya çıkan bir arıza değildir. Uygulanan sistem, üniversite öğretim elemanları üzerinde korku ve endişeyi hakim kılarken “kaçma, karışma, çalışma” kuralına uyan bir davranış biçimi hakim olmuştur. Bunun sonucu olarak verimli ve huzurlu çalışma ortamı hemen hemen bitmiş, çalışmayanın değil çalışanın önü kesilmeye uygun bir ortam oluşmuş, “tek seçici” konumundaki rektöre yaranabilmek için akla gelmedik atraksiyonlar yapılmaya başlanmış, dedikodu ve ispiyon gündelik çalışma hayatının bir parçası olmuş, rektöre ya da yönetime yakın olanlar ihya edilirken diğerleri susuzluktan boğulmuş ve daha da önemlisi üniversitelerimizdeki Atatürk gençliği ve bilim adamları maalesef “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” olamamıştır…
Üniversitelerimizdeki amacını aşan zorlamalar ve değerlendirme kriteri olarak kaliteden ziyade kantitenin önde tutulması, maalesef içinden çıkılmaz bir sorunu daha gündemimize getirmekle kalmamış dünyaya da bir “başarımızdan” (!) dolayı önemli bilim dergilerince reklam edilmemize neden olmuştur, yani Türk üniversitelerinin adı “bilim hırsızlığı” ile birlikte anılmaya başlanmıştır. Üniversitelerimizdeki bu yaraya bıkmadan parmak basan pek çok öğretim üyemiz var (Prof. Dr. Rıdvan Karluk, Prof. Dr. Aysıt Tansel, Eskişehir Sakarya, Medimagazin v.b.)
Yeni bir konuda buluşuncaya kadar esen kalın, sağlıklı kalın.