Bu yazıda son 20 küsur yıldır tüm dünyada tartışılan ve son 10 yıldır Türkiye’de tartışılmaya başlanan üniversite kavram ve kurumunu değerlendirmek istedim. Hemen başta üç ilkeyi belirlemek gerekir. Birincisi, üniversite kavram ve kurumu, kaynak, içerik ve işlev itibariyle Batılıdır. Avrupa’nın modern ve çağdaş dönemlerinde üniversiteler farklılaşmışlardır. İkincisi, insan zihni mümkünse tek, değilse iki ve zorunluluk varsa azami üç kavramla bütün sorunlara çözüm bulmak ister. Ama çağdaş dönemde bu doğal eğilimin sunduğu argümanlar evrensel veya bölgesel çözümler üretmeyi zorlaştırmaktadır. Üçüncüsü, Amerikan rüyası, üniversite kavram ve kurumunun içeriğini, Müslümanların coğrafi ve tarihi ikamet merkezlerini değiştirmiştir. Üçüncü ilke biraz da yaşamın değişkenliğinin ürünüdür, yani doğal bir kaynağı da vardır, ama bunu her insan eşit ölçüde fark edememektedir. Şimdi bu yazının hedefi, değişen dünyanın içeriğini saptamaktır, yeni bir değişime veya ideal bir çözüme öncülük etmek değildir.
Üniversite üzerine yazılmış birçok çalışma içerisinde en dikkat çekici ve meseleye en vakıf olanı, Edinburgh Üniversitesi’nden Geoffrey Boulton ile Oxford Üniversitesi’nden Colin Lucas’ın 2011 yılında birlikte yayınladıkları, “What are Universities for?” (“Üniversiteler Ne İçindir?”) başlıklı makaledir.[1] Bu makalenin özelliği, üniversite kavram ve kurumunu tarih, teori ve pratiği birlikte işe koşarak değerlendiriyor olmasıdır. Üniversite başlangıçta bütünüyle keyfilik olmayan garantili bir serbestlik, fikirlerin çevreden uzak tartışılabildiği bir özgürlük, dünyayı ve hayatı olumlu yönde değiştiren deneyimlerin edinildiği bir hazırlık ortamı ve bilimin ve adaletin ilk öğrenildiği ve geliştirildiği yerdi. Bu, Batılı üniversite modelinin başarısı idi ve zamanla dünya değişti. Zamanla üniversite, ekonomik faydayı önceleyen bir kaynağa, işlev ve amacın yeniden tarif edildiği bir iktisadi kuruma ve faydalı bilgi kavramının öne çıktığı bir yükseköğrenime dönüştü. Böylelikle eğitim, araştırma, inovasyon ve halkın katılımına açık bir yer konumuna evrildi ve artık ortak günlük yaşama dahil oldu. Burada en dikkat çekici iki bileşenden biri, ekonomik işlev ve diğeri halkın katılımıdır. Çünkü serbestlik, özgürlük, hayata hazırlık, bilim ve adaletin içeriği artık ekonomik işlev ve halkın katılımı tarafından belirlenecektir. İnsana dair araştırmalar ve sosyal bilimlerin öne çıkmasının önemli bir nedeni bu yeni denklemin yarattığı etkileşim içeriğinin yönetilemez oluşudur. Üniversiteyi yönetmek bir devleti yönetmekten farklı olduğu gibi bir endüstriyel şirket yönetiminden de farklıdır. Üniversitede halkçı olmak risklidir, ama endüstriyel şirketlerdeki kadar da acımasız olmamak gerekir. Bu gelişmeler, Boulton ve Lucas’ın Batılı üniversiteler için yaptıkları saptamalara göre, akademik özgürlük ve güven ortamını zedeledi: “Hükümetler için [üniversitelerde halkçı siyasal özgürlüklerin bulunduğu bir] özgürlük bir dilemmaya yol açmıştır.”[2] Burada özgürlük ile halk arasındaki ilişkinin oturması için zamana ihtiyaç vardır, ama Amerikan rüyasının aynı zamanda bir meta haline getirdiği üniversitenin halktan kopmasının da sakıncaları olabilir.
Üniversitelere dair yeni sorunların içeriği, Amerikalı sosyolog Christian Smith’in son zamanlarda dinin çok yönlü içeriği ve işlevleri bakımından saptadığı çağdaş duruma benzemektedir. Sorunların çözümü kolay ve hemen olmazsa, kolay ve ivediliğe alıştırılmış tüketici insanlar (halk) için motivasyon kaynağı olan bir şey aynı zamanda sorunun temel kaynağı konumuna evrilebilir.[3] Türkiye söz konusu olduğunda tek başına veya birkaçıyla ekonomi, din, siyaset, eğitim, adalet, bilim, özgürlük ve zeka (deneyimlilik) gibi kavramlarla üniversite kavram ve kurumunu saptayabilmek mümkün değildir. Yani üniversite bu kavramların bir veya birkaçına indirgenerek çözümlenemez. Deneyimsiz, iyi niyeti az ve kolaycı insanlara bir sorundan söz edildiğinde hemen “çok kolay” diye cevap verebildikleri gibi üniversiteyi de basitçe bir siyaset, ekonomi, din veya başka bir kavrama indirgeyerek salt söylem seviyesinde çözebilirler. Ama gerçek veya hakikat böyle değildir. Türkiye’de üniversiteler sözgelimi 19. yüzyıl İngiltere ve Fransa’sı seviyesinde değer üreten bilgi ve bilimin merkezi değiller. Hiçbir zaman da değillerdi. Türkiye bu gerçeğe daima uygun hareket etmiş, ama çok partili yaşama geçişle birlikte halka yönelik söylemler bu harekete koşut gelişmemiştir. Amerikan tarzının etkisiyle 1950’den sonra toplumun eğitim, sosyalleşme ve kitle iletişim araçları yoluyla tüketici kimliğini içselleştirmesi buna eklenince herkesin okuması gerekti. Buradaki herkes ile ABD’deki herkes aynı değildir, hatta Türk vatandaşları ortalama ABD vatandaşına kıyasla daha deneyimli ve zekidir de, ama para ve itibar kazanmanın burada çoğunlukla üniversiteli olmakla da ilişkilendirilmesi Türkiye’deki üniversiteleri zor bir denkleme sokmaktadır. Bunun açık bir örneği, ataması az olan felsefe ve sosyal bilim alanlarına halkın itibar etmiyor olmasında görülebilir. Nitekim felsefe uzmanları da felsefeye ilgi gösterilmesi için atamaların artırılması gereğine işaret etmektedirler, ama felsefenin Türkiye’deki işlevine hiç değinmemektedirler. Oysa kendileri bile işlevlere göre yaşamaktadırlar. Yani Türkiye’de de mesele, üniversitelerin ekonomi ve halka açılmasıyla ilgilidir. Ekonomik kazanım az olup halk da en tarihi zeminde Müslümanlık üzerinden tanımlanınca alttan alta gerçek yaşam ile Müslümanlık birbirinin zıddı durumuna itilirken, üniversite de bilimsel, özgür ve adil olma itibarını eksiltebilmektedir.
Her yerde belirli nesnel bir seçilime güven duymak ve yatırım yapmak gereklidir. Adalet ve tutarlılık insanın tanık olduğunda veya maruz kaldığında motivasyon edindiği ve yaşama sevinçle katıldığı iki temel olgudur. Bu iki olgunun keyfilikle zedelenmesine izin vermemek gerektiği gibi halk ile temsilci olarak siyaset, adalet, emniyet, eğitim, bilim, din, düşünce ve sivil toplum arasındaki ilişkilerin saygıya dayalı olması gerekmektedir. Bunun dışında üniversiteler ideal bir seviyeye ulaştırılamazlar, çünkü ABD ve İngiltere’de bile üniversiteler ideal seviyede değildir. Bu en iyilerdeki fark sanırım şu üçüdür:
1- Kurumların saygınlığının kaynağı kaba kontrol ve kaba hesap verilebilirlik değil, mümkün olduğunca serbestiyet ve özgürlüğün korunmasına dayalıdır.
2- Halkın kurumlardan hizmet alması paralıdır ve paranın nesnel ölçü olmasının yarattığı bireysel handikaplar tutarlılık ve istikrar yoluyla azaltılmaya çalışılmaktadır.
3- Kurallı toplumsal bir yaşam ülkenin her yerinde ve ilişkisinde olduğu gibi kurumlarda da geçerlidir ve yeni kişilerle bütün ilişki ve kurallar yeniden yaratılmazlar. Bu üç fark da dahil bütün farklar 400 yıllık emek farkıyla ilgilidir. Yani en az bu kadar zamanlık bir emek birikmeksizin aradaki fark kapatılamaz. Ayrıca emek verilmiş zamansal farklılık dışında ekonomileri Türkiye’den ileri olmasına rağmen ABD ve İngiltere’de bile üniversiteler ciddi bir sorgulamaya tabi tutulmaktadır. Sözgelimi felsefe doktoralı ve asgari ücretli çalışan pek çok insanı Polonya ve Slovakya gibi ABD’de de görebilirsiniz. Buralar için şunu da söylemelidir ki, temsilci olan insanlar belki daha niteliklidir ve halkla ilişkileri daha resmidir (kapitalisttir).
Bir soruyla bitireyim: Türkiye’de mizah sanatçıları örneklerini Türk halkından seçtikleri ve onların halkçılığı olumsuz olduğu halde bizzat halk onları ekonomik ve psikolojik olarak neden takdir eder? Bu da bir dilemma değil midir?
KAYNAKLAR
[1] Geoffrey Boulton, Colin Lucas, “What are Universities for?”, Chinese Science Bulletin, August 2011, No. 23, s. 2506-2517.
[2] Boulton, Lucas, “What are Universities for?”, s. 2515.
[3] Christian Simith, Religion: What it is, How it Works, and Why it matters, Princeton and Oxford: Princeton University Press, 2017, s. 22, 190-191, 234-244.