Ülkemizde zorunlu eğitimin 8 yıldan 12 yıla çıkartılması, başta teröre ilişkin olmak üzere gençler üzerinden manipülasyon potansiyeli taşıyan birçok olumsuz gelişmenin kapılarını kapayacaktır.
Zorunlu eğitim sürecinde, öğretim ve eğitimde evrensel temel kavram ve süreçlerin yapılarını tanıma durumunda olan öğrencilerin, “zorunlu devam” ilkesine bağlı olmaları anlaşılır bir durumdur.
Ancak, üniversite aşamasında, yani, 18 yaşından sonra ve gönüllülük esasına bağlı, sınavla belirlenen ve “arayanın bulma, arayana verme” iklimi taşıyan bir ortamda, devam listeleri ile öğrenciyi üniversiteye bağlamanın değeri ve niteliği yeniden tartışılmalıdır.
Çoğu fakültede, bilimsel disiplinlerde uygulanan bu “gelenek”, bilimsel bir platformda sorgulanmalıdır. Yarar ve zararları irdelenmelidir.
Değerli okuyucularım, konuyu gündeme getirmemden “öğrencinin devamını belirlediği varsayılan” uygulamanın yararlarına inanmadığımı anlamışlardır.
Ancak, ben yine de, yarar ve zararları hakkındaki görüşlerimi paylaşmak istiyorum.
Konuyu analiz ederken, bakış açısı olarak, hukuksal, bilimsel, felsefi ve etik parametreler kullanılarak değerlendirme yapmaya çalışacağım.
Hukuksal açıdan öğrencinin devam ettiğinin belgelenmesi önemli görülebilir. Kurumla öğrenci arasında gelişen bir uyumsuzlukta, kurum öğrenci aleyhine bu “devamsızlık belgesini” gösterebilir. Öğrenci de “devam belgesini” kurum aleyhine kullanabilir. Her iki durumda da yasal süreçler sonunda kurumun kalıcılığında bir değişme olmaz; ancak öğrencinin “mağdur” olup olmamasında ve üniversiteye bakışında değişiklik olabilir.
Öğrenci, üniversiteyi “taraf” görmeye başlar.
Öğrenci, yöneticileri “taraf” görmeye başlar.
Ve sonunda öğrenci, üniversiteyi sürekli sorgulayan, “hak” konusunda taraflı gören bir psikolojik yaklaşım içerisine girer.
Bu hukuksal süreç, üniversitenin bağımsızlık, bilimsellik ve evrensellik iklimini zedeler.
Hoca ile öğrenci arasındaki mesafeyi açma riski ise en olumsuz sonucudur.
Olaya bilimsel açıdan baktığımızda, tek söylenecek şey “bilimin, bir listeye imza atarak geliştirilebileceğini ya da korunabileceğini düşünmenin tarihi yanılgıdan öteye geçemeyeceğini” belirtmektir.
Felsefe açısından baktığımızda, üniversite öğrencisinin, “neden? niçin? nasıl?” sorularını olmazsa olmaz olarak yaşadığı bir ortamda, sürekli gelişme ve değişme dinamizmini yaşaması gerekirken, statiklik aşılayan “imza atma rahatlığına” zorlanması, çelişki üreten bir durumdur.
Gelelim etik açıdan değerlendirmeye. Teorik ve pratik derslerde öğrencinin varlığını belgeleyen imza listeleri öğretim üyesi sorumluluğunda olan bir uygulamadır.
Yoklamanın yararına inansanız da inanmasanız da uygulamak zorundasınız.
Hocanın derste yararına inanmadığı eylemi uygulaması, öğrencisine inanmadığı eylemi yaptırması ne derece “etik”tir.
Öğrencinin katılmadığı dersin imza çizelgesinde imzasının bulunması ya da katıldığı derste imzasının bulunmamasının yargılanma konusu olması ne derece “etik”tir?
Daha da önemlisi, öğrencinin devam listesine imza atarak kendisini sorumluluktan kurtarma psikolojisini yaşaması ne derece etiktir?
En önemlisi, üniversitede öğretimi, eğitimi ve bilimi imza attırarak meşrulaştırmak ne derece “bilim etiği” ile örtüşür?
Üniversite, yaparak öğrenme yaptırarak öğretme platformudur.
Ne aradığını bilenin bulduğunu anlayacağı bir iklimdir.
Tüm statiklik aşılayan anlayışları kaldıralım.
Tüm okurlarımızın iyi bir yıl geçirmelerini dilerim.