Akademisyen olmak istediğime üniversitenin birinci sınıfında karar vermiştim; sene 1987. İmam Hatip Lisesi’ni bitirdikten sonra İlahiyat fakültesine çok da isteyerek gelmemiştim. İlahiyata girdikten sonra konuları beni çok cezp etmişti. Sonraki dönemlerde bunu en iyi şekilde nasıl yapabilirim sorusuna verdiğim cevap da üniversite hocalığına doğru gidiyordu. Geldiğim noktada; dünyaya bir daha gelsem yine ilahiyatçı olurum diyorum.
Öncelikle alanımı (din sosyolojisi) seçtim ve alanın hocasıyla görüşerek kitaplar okumaya başladım. 1980’li yıllar üniversite öğrencilerinin akademiyaya olan meraklarının çok yüksek olduğu bir zaman dilimi değildi. En azından ben böyle gözlemledim. Fakülteyi bitirdikten sonra hemen yüksek lisansa başladım. Aynı zamanda Milli Eğitim’de de öğretmenlik görevimi idame ettirdim. Bu süreç doktoranın ortasına kadar yaklaşık sekiz yıl sürdü. Sonra araştırma görevlisi olarak üniversiteye geçtim.
Araştırma görevliliğinin hala kullanılan daha önceki ismi asistanlıktır. Doğrusu ben “asistan” kelimesini daha çok tutuyorum. Sebebi de, üniversitede hoca ile öğrenci arasında olması gereken ilişkiyi; yani usta-çırak ilişkisini içeriyor oluşudur. Fakat bugün araştırma görevliliği usta-çırak ilişkisinin dışına çıkarak daha mekanikleşmiş görünmektedir.
Öncelikle 1940’lı ve 50’li yıllarda üniversite hayatı, asistanlık üzerine okuduğu bilgi ve anekdotlara bakınca, gerçek usta-çırak ilişkisini o dönem yansıtıyor gibi durmaktadır. Asistan çoğunlukla hocası ile birlikte hareket ediyor, her gün üniversiteye geliyor, hocasını asiste (yardım) ediyor. Bu devamlılıktan asistan çok şeyler öğreniyordu. Bugünden bakılınca eleştirilen “hocanın çantasını taşımak” bu bakımından anlamlı idi. Aynı zamanda ilme verilen önem ve değeri göstermektedir
Kendi asistanlığım döneminde bu belirttiğim hususların hepsini yerine getirdiğimi düşünüyorum. Bir kere danışman hocamla her gün bir şekilde görüşmekteydik. Ailecek tanıştığımızdan arada ev ziyaretleri de yapıyorduk. Hocamızın odasında öğrenci görüşmeleri, sohbetlere katılıyor; hocanın buradaki tavırlarından, hassasiyetlerinden doğrusu kendime davranış ilkeleri çıkarmaya çalışıyordum. Hocamın bana olan uyarılarını da ağabeyimin aile içinde bana yaptığı müşfik yol göstermeler olarak algılıyordum.
Hocamla bu minvalde oluşan güven ilişkisinden mülhem, hocamın kütüphanesinden yararlanma gibi bir imtiyazım da vardı. Aslında bende olmayan kimi kitapları onun kütüphanesinde bulup yararlanabiliyordum. O her zaman benim “hocam” olarak kalmaya devam etmiştir. Ondan sonra ben de profesör oldum, ancak hocamla aramızdaki bu ilişki biçimi, saygı, nezaket hiçbir zaman değişmemiştir.
Ben entelektüelliğe büyük bir önem vermekteyim. Entelektüel, Edward Said’in ifadesiyle gözünü saate dikip mesai yapan birisi değildir. Entelektüel yine Cemil Meriç’in ifadesiyle “tecessüs”ü olan, öğrenmeye sürekli aç, tartışmalara müdahil olan, görüş bildiren, akli melekelerini işleten ve ufkunu yükseltmeye çalışan bir profildir. Bu çerçevede Üniversite dışında gazetede yazılar yazdım, sivil dergilerde de makale yayımladım; dolayısıyla ülkemin sorunlarına bigane kalmadım. Profesyonel bir perspektifle ancak amatör bir ruhla entelektüel faaliyetleri sürdürdüm. Hiçbir zaman puan biriktirmek için yazmadım. Doktora çalışmam sırasında iki kitap daha yazdım.
Dertli ve entelektüelce huzursuz olmayı hiçbir zaman terk etmedim. İnsanlığın, ülkemin, dünyanın sorunlarıyla muztarip olduğum için yazmaktayım. En önemli problemim de İslam dünyasının içinde bulunduğu durum ve bu durumdan kurtulabilmek için düşünce üretmektir. Bu görevi kendimden aldım. Üniversite hocalarının entelektüel bir çizgide olması bana göre ideal olandır. Araştırma görevlisi arkadaşlardan tek dileğim; bir entelektüel olmak için çaba harcamalarıdır.
1 yorum
” Tartışmalara müdahil olalım”
Belki “entelektüel” derler.
Tecessüs ettiğim konu; Üniversitelerde entelektüel olmak mı önemli, entelektüel kalabilmek mi?