Yatırımların en iyisi insana olan yatırımdır. Bu yatırım da üniversitelerde gerçekleşir. Üniversiteler bir ülkenin lokomotifi ve geleceğidir. Üniversitelerde düşünce evrensel, hizmet ulusaldır. Gelişmiş ülkeler gelişme ve değişme süreçlerini ürettikleri bilimin ürünlerini ihraç ederek gerçekleştirmektedirler. Üniversitelerin ürettiklerinin tamamı tüm insanlığın değerleridir.
Aklını daha iyi yaşam için kullanan, bilgi arayan ve bilim üretmek isteyen her insana hangi dünya görüşü ve felsefi inanca sahip olursa olsun. üniversitenin kapısı açılmalı ve ona en iyi yatırım yapılmalıdır. Bilgi temelli toplumlarda eğitim düzeyi ile araştırma ve ekonomik büyüme arasında güçlü bir ilişki vardır. Ekonomik olarak gerilerde olmamızın nedenlerinin başında üniversitelerimizin olması gereken yerlerde olmamasıdır. Bu nedenle üniversite yönetiminin başında bulunan rektör çok önemlidir.
Batıda başarılı olarak bilinen bir üniversite dünyadaki ilk 50’nin içine giremediği için bir başka üniversite ile evlilik yapıp daha ön sıralara girmeyi hedefliyor. Batı’daki başarılı bir üniversitenin rektörü 25 yıl görevde kalabiliyor. Fakat bu üniversitelerde başarı kriterleri açık olarak belirlenmiştir.
Ya bizdeki durum tamamen seçime indekslenmiş durumdadır. Bilim üretmekten sorumlu olan bilim insanı, 4 yıl içinde rektörlük, dekanlık, bölüm başkanlığı, ana bilim dalı başkanlığı, bilim dalı başkanlığına kimin geleceğini düşünür durur. Çünkü 3 ya da 4 yılda değişen yönetim ile bilim insanının düzeni değişebilir. Odası, masası, bilgisayarı alınabilir. Kısacası üniversitelerimizin hâlâ kurumsallaşamaması bilim insanımızın verimini engellemektedir.
Oysa ki tüm dünya ülkelerinin ve ülkemizin en iyi eğitilmiş insanları hiç şüphesiz ki bilim insanlarıdır. Tarih boyunca ve çağdaş dünyada uygarlığa ivme kazandıran hep bu nitelikte insanlar olmuştur. Onların emeklerini en iyi şekilde değerlendirmek gerekir. Araç, gereç ve sarf malzemesi gibi ihtiyaçların temininde üniversiteler özerk olmalı, maliyenin hantal bürokrasisine takılmamalıdır ki bilim insanlarının emekleri üretime dönüşme fırsatı bulsun. Başlatılan projeler tıkanıp yarıda kalmasın.
Ülkemizde gelişmiş ülkelerdeki durumun tersine, her rektörlük seçimi döneminde gariplikler yaşanır. Çünkü 2547 sayılı Yükseköğretim Yasamız gariptir. Bir taraftan demokrasi diyor, diğer taraftan yetki diyor. Rektör adayı için hem demokrasi hem de yetkiler kullanılıyor. Bence acilen yapılması gereken, rektörlük seçimindeki bu garip durumun düzeltilmesidir. Daha önceki fikrim rektörün seçimle, diğer birimlerin atama ile olmasından yana idi (Bkz.Paylaşmak istediklerim sayfa 151).
Fakat “Değişmeyen tek şey değişimdir” hayat felsefesi doğrultusunda ben de değiştim ve rektörün vakıf üniversitelerinde olduğu gibi, devlet üniversitelerinde de mütevelli heyet tarafından seçilmesinin uygun olduğunu düşünmekteyim. Çünkü bilimin parmak hesabı ile ölçülmemesi gerektiğini, bilimde demokrasinin olmaması gerektiğini, bilime siyaset girmemesi gerektiğini düşünüyorum.
Üniversitelerimizin Batı’daki gelişmiş üniversitelerle ilgili programların içinde olması da gerekiyor. Avrupa Birliği; genel eğitimi bilime damgasını vurmuş isimlerle yaşatmak istiyor. Socrates (Genel Eğitim Programı), Leonardo da Vinci (Mesleki Eğitim Programı) gibi programlarla pozitif bilimlere hareketlilik sağlıyor. Bunlardan biri de Bologna sürecidir.
Türkiye’nin 2001 yılında 32. ülke olarak dâhil olduğu Bologna sürecinde ülkemizin neler yapması gerektiğini en iyi bilenlerden biri olan Marmara Üniversitesi yeni Rektörü Prof. Dr. Zafer Gül’ün göreve gelir gelmez fakülteleri bizzat ziyaret etmesi, bilim insanlarının dileklerini dinlemesi hem zarif bir hareket hem de zamandan tasarruf edip bir an önce hedefe ulaşma isteğinde olduğunu düşündürmektedir.