Yazıma yine üniversiteler ile ilgili sorunları tartışarak devam edeceğim. Bu dönemin bir geçiş dönemi olduğuna inanmak istiyorum. Eğer tıp fakülteleri bu çalışma ve yönetilme şekli ile devam ederse heyhat! Neden mi? Bir arkadaşımla konuşuyorum geçenlerde. Bakın içerikte neler var.
Sesinin tınısında öyle bir umutsuzluk ve gizli bir öfke sezdim ki, biraz deşmeden yapamadım. Performansın dağıtımını çözmüşler kliniklerinde! Herkese eşit puan yazarak sorunu halletmişler. “İyi değil mi bu?” dedim. Ama eline yıllardır bistüri almamış ve hasta muayene etmemiş ve hâlâ da böyle davranan mesai arkadaşı da aynı puanı alıyormuş. Ne diyeyim? Uğurlar ola! Devletim, “Ben buradan ne kadar iş çıktığına bakarım, bana ne kim ne yapmışsa.” demekte galiba. Ben kendimi bildim bileli de öyle yaptı. Hepimiz kardeşiz, ne olacak sanki arkadaşım çalışsa da ben yesem! Bunlar da sorun mu? Devletim böyle buyurdu!
Elbette devlet böyle buyurmadı, ama sistem çok deforme oldu. Geçenlerde bir profesörlük ataması yapılacak ve adayın başlıca eseri yok (Polemik olmasın diye de yasayı veriyorum. Bakınız 2547 sayılı YÖK yasası Madde 26 – Değişik: 18/6/2008-5772/6 md.).Yani demek istiyorum ki, doçent olmuş ve hiç yazı yazmamış. Önce de yazmamış, ama kardeşiz ya el elden doçent olmuş. Yani şimdi hazır rektörcük de kadro bahşetmişken, başlıca eser de ne ola ki? Aynı kurumda başka bölümde bir doçent de diyor ki; “Bu kurumda en çok ve en değerli yayınları yapanlardan biri benim.” Kontrol ettim, doğru söylüyor. İyi çalışmalar yapmış ve bunlar impakt faktörü yüksek dergilerde yayımlamış. Ama kadro yok. “Bekleyeceksin kardeşim, ne önemi var senin makale yazmanın?” Bir grup hoca (!) konuşuyor, bu arada basında da vardı benzer tartışmalar; bakın iletiyorum: Bilim, temel tıpta olur; araştırma hayvanda yapılır. Üç insanda ver ilacı, bak oldu olmadı diye yaz, bu mu araştırma? Evet usulüne uygun ve bilimsel ölçütlerde yap bakalım, ne araştırmalar çıkıyor. Bu bir kâbus olmalı, birazdan uyanacağım ve bitecek diyorum içimden. Kategorize etmiş öteki de yayınları. Hiç mi bilimsel dergi okumaz bunlar, hiç mi görmezler klinik çalışmaları? Hayvanda yaptın diyelim, insanda çalışmadan nasıl rutine sokacaksın ilacı veya yöntemi? Nerede bunu düşünme yeteneği? Bir diğeri de anlatıyor; “Kardeşim, ben hastada istediğimi yaparım, sonra da yazarım! “Soruyorum, Etik kurul ne olacak?” “Ben anlamam, yazarım.” diye sürdürüyor konuşmayı. Bizim sorunumuz budur!
Ne mi? Rektör, performans puanlarını kontrol ediyormuş bir üniversitede, adama öfkeli çiz puanı, kes parayı. Bir de derler ki başhekimlikte adamlar (!) var, bir de orada turnike uygulanır. Adaletin olmadığı ve adalet duygusunun kaybolduğu kurumlarda ne huzur olur ne de doğru dürüst iş çıkar. Bu koşullarda rektör seçimleri bir kan davasına döner ve çok önemli hale gelir. Kurumsallaşamayan, hâlâ kurallarını netleştirmemiş ve “Ben yaptım oldu.” mantığı ile yönetilen zavallı üniversiteler. Eskiden kadro ile tehdit eden rektör, şimdi kesiyor parayı, bitiriyor işi.
Demokrasiyi sadece seçim yapmakla özdeşleştiren ve çalışanların tüm haklarını tek bir insanın ellerine teslim eden mantık yanlış olsa gerek. Demokrasi, kişi hak ve özgürlüklerinin korunduğu sistemlerdir. Üniversite deyince insanın aklına, her düşünceyi saygı çerçevesinde ifade eden ve tüm üyelerinin birey olduğu topluluklar geliyor değil mi? Sizi bilmem ama, ben böyle görmedim! Yukarıdan aşağıya emir-komuta ile işler her şey. Yukarıdakinin iki dudağının her kıpırdaması kim bilir ne ile sonuçlanır? Baskı, şiddet ve sindirme ile gidilemiyor artık. Bunu gören kaç kişi acaba?
Diyeceksiniz ki şimdi hep birlikte “Başınızı dik tutun, direnin!” Haydi canım sen de! Adamı dokuz senede profesör yapmazlar, çalışırsın paranı vermezler, üretirsin görmezden gelirler, daha da olmadı psikolojik şiddet uygularlar. Hele bir de sağlam kadroda değilsen vay sana vaylar sana. Bu sistem bilim adamı yetiştirmez azizim. Yok yetiştirir, diyorsanız, kaldı ki güzel örnekler var; o halde temizleyin çürük elmaları. Her yanlış uygulama yazık ki bu feodal yapıyı daha da derin ve güçlü kılmakta. Eğer geleceğimizin evrensel düşüncenin ve bilimin aydınlık yolu olmasını istiyorsak, önce kendimizle yüzleşmek zorundayız, diye düşünüyorum.