Anayasa’nın 130. maddesi Yükseköğretim Kurumları başlığı altında kurulacak üniversitelerin amaç ve işlevlerini belirliyor.
“Çağdaş eğitim-öğretim esaslarına dayanan bir düzen içinde milletin ve ülkenin ihtiyaçlarına uygun insan gücü yetiştirmek amacı ile; ortaöğretime dayalı çeşitli düzeylerde eğitim-öğretim, bilimsel araştırma, yaygın ve danışmanlık yapmak, ülkeye ve insanlığa hizmet etmek üzere çeşitli birimlerden oluşan kamu tüzel kişiliğine ve bilimsel özerkliğe sahip üniversiteler Devlet tarafından kanunla kurulur.”
Anayasa’nın bu maddesinin birinci fıkrasını oluşturan bu ‘irade’ye baktığımızda 12 Eylül 1980 darbesinin iradesi’ bağlamında, askeri darbe yönetimi tarafından 4.11.1981’de kabul edilen 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu 1982 Anayasası’na girmiş oldu.
Anayasa’da yer alan böyle bir ‘irade’ye uymak doğaldır. Ancak tüm doğallığına karşın YÖK yasası 22 yıldır tartışılmaktadır.
Tartışmalar genellikle Yükseköğretim Kurumu’nun yöneticilerini hedefleyen içerikte yapılmış, uygulama hataları ve çelişkileri öne çekilerek vurgulanmıştır. Sebeplerden çok sonuçlar tartışma konusu yapılmıştır. Bu yüzden de sebepler ortadan kaldırılmadan sonuçların tartışılması başka çelişkili sonuçlar doğurmuştur.
YÖK’ün kuruluşu, gelişmesi ve uygulamalarının tarihsel simge niteliği taşıyan ismi Prof. Dr. İhsan Doğramacı’dır. Sayın Doğramacı, bir ‘Darbe Anayasası’nın tetiklediği 2547 sayılı yasanın garantörlüğünde Türkiye Cumhuriyeti’nin üniversitelerinin ‘Devletçi’ anlayışını hızlandırmıştır. Üniversiteleri ve kadrosunu sayısal olarak arttırmış ve yaygınlaştırmıştır. ‘Tek adam’ zihniyeti ile yönetmiş ve yönlendirmiştir. Devletten ve hükümetten gerekli ve yeterli desteği de almıştır.
Sayın Doğramacı, bize göre devletçi bir dünya görüşüne sahip olmamasına karşın, Anayasa’nın dayattığı devletçi sistem nedeniyle devletçi uygulamalar yapmıştır. Bu görüşümüzün en önemli kanıtı vakıf üniversitelerinin Anayasa’ya girmesini sağlayan girişimleridir.
Doğramacı döneminde üniversitelerimiz yaygınlaştırıldı. Anadolu insanı mekan olarak üniversite kavramı ile tanıştı. Kadın öğretim üyelerinin dünyada ender görülebilecek oranda sayısal artışı gerçekleştirildi. Vakıf üniversitelerinin kurulmasıyla üniversite anlayışına liberal bir yaklaşım aşılandı. Başörtüsü konusunda çareler araştırıldı.
Bütün bu olumlu gibi görünen gelişmeler, “Milletin ve ülkenin ihtiyaçlarına uygun insan gücü yetiştirmek” adına yararlı olmuştur. Milletin ve ülkenin ihtiyaçlarını karşılamayı amaçlayan bir Anayasa’nın hedeflediği görevi gerçekleştirme adına Sayın Doğramacı’nın yönetimindeki üniversite başarılı(!) olmuştur.
Ne var ki, Anayasa koyucunun bu amacı ancak devletçi, dayatmacı ve tek boyutlu insan yetiştirmeyi amaçlayan bir Milli Eğitim Bakanlığı için geçerli(!) olabilirdi. Üstüne üstlük, bu nitelikleri taşıyan bir milli eğitim anlayışı koskoca Sovyet Rusya’nın sıfırdan, yeniden başlamasına sebep olmuştur.
Evrensel nitelikler taşıması gereken üniversite anlayışın milli ihtiyaçlara indirgenerek anayasal çerçeveyle zorlanması, kaçınılmaz biçimde bilim üretme yerine milli ihtiyaçların ‘bilgi’sini üretmeye neden olmuştur.
Bu anayasal zorlamalar, üniversiteyi ‘Lise’ye dönüştürmüştür.
Sayın Doğramacı, bu çıkmaz sokakları keşfetmiş olmalı ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm üniversitelerinin yozlaşmasını engelleyememiş olmalı ki, gerçekten ‘özerk’ ama kişisel irade ile kurulan ve bilim üretmeye açık hale getirilebilen Bilkent Üniversitesi’ni ülkemize kazandırmıştır.
Sayın Doğramacı’nın yönetiminden sonra görevi üstlenen Sayın Mehmet Sağlam ve Sayın Kemal Gürüz Anayasa ve yasal çelişkilerin problemleriyle uğraşmaktan, ‘milli ve manevi’ geleneği üniversitede devam ettirmekten başka işlerle uğraşmaya zaman bile bulamamışlardır.
Üniversitelerimizin anayasal zemininin yeniden tanımlanmasını sağlayacak tartışma sürecini başlatan sayın Gürüz ve hükümete yıllar sonra teşekkür etme ihtiyacı duyacağımıza inanarak bir öneri ile sözümü bugünlük noktalamak istiyorum.
Üniversite yaşam, bağımsız düşünen, özgürlük mücadelesi veren, bilimsel bilgiyi savunan ve yaşayan evrensel düşünceyi dünya görüşü olarak sergileyen, sorumluluğu tüm insanlığın ağırlığıyla üstlenen, sürekliliği, üretimin olmazsa olmazı sayan insanların işi olduğunu artık anlamalıyız.
Üniversite ile ilgili görüşlerimize devam edeceğiz.
Başsaglığı
Doç. Dr. Necip Hablemitoğlu’nun Kuva-i Milliye ruhu ile verdiği mücadelenin gerekliliğine katılıyor, bireysel terörü canlı tutmayı amaçlayan yerli ve yabancı düşmanlıkların oyunlarına ortam hazırlayabilecek ideolojik, kısır çekişmeleri reddediyor, bilim dünyasına ve ailesine başsağlığı diliyorum.