Yeni bir eğitim yılının başlarında üniversitelerde kayıt işlemleri gerçekleşirken “üniversiteli ve tıbbiyeli olmak” üzerine düşündüm. Keşke bu yıl üniversite eğitimine başlayan öğrenciler için bir anket yapabilseydik. Keşke onların üniversiteden beklentilerini sorgulayabilseydik. Hatta tıp fakültesinde eğitim hakkı kazanmış öğrencilerimize de sorabilseydik: Neden tıp fakültesi? Çok farklı cevaplarla karşılaşacağımızı düşünüyorum. Genel olarak üniversiteye başlayanlar arasında, kimileri askerlikten kurtulma, kimileri aileden uzaklaşma, kimileri daha iyi iş koşullarına kavuşma, kimileri daha iyi bir izdivaç yapma, kimileri de işsizliği erteleme umutlarından bahsedecekti. Bu düşüncelerin oluşmasında üniversite öğrencisinin daha önce yaşamış olduğu olaylar; lise yıllarında aile, okul, dershane ve arkadaş çevresinin etkisiyle oluşan idealler ve öğrencinin ruh halinin etkili olduğu söylenebilir. Ayrıca, üniversite yerleşkesinde çeşitli dünya görüşüne sahip grupların astıkları afişler, üniversite kulüplerinde yaptıkları faaliyetler ve birebir markajlarla üniversiteli gençlerin önüne yeni bir hayat tarzı oluşturma girişimlerinin de etkisinden bahsetmek gerekir. Şüphesiz en etkili olan ise medyadır. Basın-yayın araçları tarafından öğrencilere empoze edilmeye çalışılan fikirler ya da yaşam biçimleri gençlerin zihinlerinde “hayali bir üniversiteli” modeli oluşturuyor. Gençlerin birçoğu dizi filmlerde gördüğü üniversite gençliğini bulma çabasıyla başlıyor yükseköğretime. Yeni moda pantolonlar, yeni bir saç kesimi, kızlarla ya da erkeklerle rahatça arkadaşlık edebilme ortamı, sorumsuz eğlenceler, fakir genç kız ile zengin erkeğin tanışıp anlaşabileceği bir yaşam alanı bulabilmenin hayalini taşıyarak geliyor üniversiteye… Sosyalleşmeyi bu şekilde algıladıkları için ulaşabilecekleri hedefleri kısırlaştırıyor ve bir üniversiteli olmanın misyonundan uzaklaşıyorlar.
Bunca yıldır hep üniversitede olmam ve zaman zaman idari kadrolarda çalışmam nedeniyle saptadığım bir gözlemim de şu: Öğrenciler yaygın bir şekilde, “Üniversiteye kapağı attım, gerisi kolay” diye düşünüyorlar. Ama daha ikinci yıl bu düşüncelerinin ne kadar yanlış olduğunu fark edip büyük bir karamsarlığa kapılıyorlar. Üniversiteyi kazanarak herhangi bir bölüme yerleşen öğrenciler; kazandıkları bölümü beğenmiyorlar, bölümlerinin iş olanaklarının yetersizliğini net olarak öğrenip isteksizleşebiliyorlar, derslerin zorluğu zaten yorgun gelmiş öğrenciyi yıldırabiliyor… Özellikle küçük Anadolu kentlerinden ya da kazalarından gelen üniversite öğrencileri kendilerine yeterince güvenemediklerinden, geldikleri büyük kentlerde kendi yaşamları dışında bir hayatla karşılaştıklarında çevrelerine güvensiz olabiliyor, doğru bir bölümü seçtiklerinden, yani tercihlerinin sağlamlığından da kuşku duyuyor, ama hiçbir şey yapamıyorlar.
Tıbbiyeli olmak ise daha ince çerçeveli bir statüdür. Ülkemizde 150 yıllık bir geleneği olan tıbbiyeliliğin yalnızca tıp eğitimi almakla gerçekleşemeyeceği ortadadır. Geleceğin tıp doktorlarının, duygulu, öğreticilerine saygı duyan, etik değerleri önceleyen, kendini gerektiğinde hastasının gerisine atabilen, kendinin özel olduğunu hissederek, örnek olma adına davranan, hoşgörülü ve alçak gönüllü kişidir.
Ülkemizde de, dünyada da tıp fakültesini seçenlere bir kişilik analizi yapılmadığından “Tıbbiyeli Olmak” ile ilişkili kavramlar giderek göz ardı edilmekte, öğrencilerimizin büyük bir kısmı tıp fakültesini “İş Garantisi” nedeniyle seçtiklerini itiraf etmektedir.
Tüm üniversitelilerin ve tabii ki özellikle de tıbbiyelilerin hayatlarını anlamlandırmak, yaratılış maksadını çözmek, hedeflerini tayin etmek, geleceğini planlamakla ilgili soru işaretlerini yükseköğretimleri boyunca çözmeleri beklenir. Böylece genç, hayatı, evreni, kendisinin bunlarla ilişkisini kavrayacak, konumlandırdığı hayat ekseninde bir yön çizecek ve o düzlem içerisinde ilerlerse başarılı olabilecektir.
Türkiye’de bütün bunlar yapılıyor mu? Daha özele gelirsek, bizler, yani öğretim üyeleri bu konuda üstümüze düşeni yapma gayreti içinde miyiz?