Asırlardır hadis alimleri, zayıf ve mevzu hadislere karşı Müslümanları uyardığı halde bu ikazlara kulak tıkayan “merdiven altı din tüccarları, hoca görünümlü şarlatanlar ve çakma ilahiyatçılar” her zaman olmuştur, eminim bundan sonra da olmaya devam edeceklerdir. Maalesef çoğunluğu oluşturan bu hoca kılıklı cahiller, mezkur uydurma rivayetleri sahiplenirken Yüce Allah’a ve Hz. Peygamber’e iftira attıklarını ve İslam’ı yanlış tanıttıklarını bir türlü akıl edememişlerdir. Zira bunların hepsinin ortak özelliği “akıl düşmanı olmaları ve ehl-i re’y’den” nefret etmeleridir.
Örneğin bu uydurma rivayetlerden birisi de “Sen olmasaydın, sen olmasaydın alemleri yaratmazdım” hadisidir. Hadis alimleri, bu rivayete asırlar öncesinden uydurma hükmünü vermişlerdir. Ancak hem akıllarını hem de İslam’ın genel ilkelerini rafa kaldıranlar ise ısrarla (her ne kadar hadis alimleri bu rivayete asırlardır uydurma demiş olsalar da) bunun “manasının kendilerine göre sahih” olduğunu iddia etmeye devam etmişlerdir.
Bu adamlar, Yüce Allah’ın kainatı “şefkat ve merhametinin bir sonucu olarak yarattığını” (En’âm, 6/12) bir türlü düşünememiş, ısrarla bütün alemlerin “tek bir insan” için yaratıldığını haber veren bu mevzu hadisi sahiplenmiş ve İslam’ı yanlış tanıtmışlardır.
Nitekim araştırıldığında görüleceği üzere bu satırların yazarı mezkûr uydurma rivayetlere karşı yıllarca mücadele etmiş, vaazlarında/sohbetlerinde bu gerçeği halka anlatmış ve gelecek nesiller için de kitap, makale, tebliğ ve köşe yazıları yazarak onları uyarmıştır.
Bu bakımdan söz konusu rivayetlere karşı verdiğimiz mücadelelerden birini ve aldığımız tepkiyi gözler önüne seren şu anımızı/hatıramızı paylaşmak, gelecek nesilleri bilgilendirmek ve meselelere geniş boyutlu bakmanın önemine dikkat çekmek isteriz.
2013 yılıydı, Doğu’daki büyük bir ilimizde düzenlenen sempozyumda oturumların birinde müzakereci idim. Sağ tarafımda bir tasavvuf profesörü, sol yanımda ise başka bir tasavvuf profesörü oturuyordu. Solumda oturan meşhur zat aynı zamanda o son oturumun başkanıydı.
İlk konuşmayı sağ tarafımda bulunan hocamız yaptı. Tasavvuf ana bilim dalı öğretim üyesi olan hocamız “biri de söz konusu rivayet olan” beş altı kadar hadisten söz etti; maalesef bu hadislerin hepsi de mevzu (uydurma) idi. Bunları büyük bir içtenlikle ve inanarak anlattı. Kendisi çok samimi idi, ancak niyetinin iyi olması asla yeterli değildi. Zira söz konusu hadisleri söyleyenin Hz. Muhammed olmadığını haber veren “hadis alimleri” vardı ve onun da bu uyarıyı dikkate alması gerekiyordu.
Bu hocamız konuşmasını tamamladı ve sıra bana geldi. Ben de son derece nazik bir üslupla; “İki tasavvuf profesörünün tam ortasında otururken bunları söylemenin zor olduğunu elbette biliyorum ancak bir hadis talebesi olarak bunları söylemek zorundayım ve söyleyeceğim” dedim ve az önce hocamızın naklettiği rivayetlerin hepsinin uydurma olduğunu söyledim. Tabi ki herkes şok oldu. Ama ben bunu biraz espriyle karışık söylediğim için ortam çok fazla gerilmedi ve herkes söyleyeceklerimi daha dikkatle (bazıları da öfkeyle) dinlemeye başladı.
Ben tasavvufi eserlerde en çok kullanılan bu tür rivayetlerle ilgili Prof. Dr. Muhittin Uysal ve Prof. Dr. Ahmet Yıldırım gibi halen hayatta olan iki hadis hocasının “emek mahsulü çalışmalarının” olduğunu, bunlardan birinin Yediveren yayınlarından Konya’da, diğerinin ise TDV yayınlarından Ankara’da çıktığını, bu kitapların halen piyasada bulunduğunu ve herkesin rahatlıkla bunları satın alıp okuyabileceğini/istifade edebileceğini söyledim.
Asırlardır hadis alimlerinin ekserisinin bu rivayetler hakkında uydurma hükmünü verdiğini, dolayısıyla sahanın uzmanlarının bu rivayetlerle ilgili çalışmalarına güvenilmesi gerektiğini, halkımızı da bu konuda doğru bilgilendirmenin uygun olacağını, Hz. Peygamber’in otoritesini istismar edenlerin eline fırsat verilmemesi gerektiğini ifade ettim.
Tabi ki hem tasavvufçu hocalarımız hem aşağıda oturumu takip eden seyircilerin kahir ekseriyeti söz konusu rivayetlerin mevzu olduğunu duymaktan pek hoşnut olmadılar. Zira hepsi bu rivayetlerin tamamının sahih olduğuna bütün kalpleriyle inanmaktaydılar. Çünkü bu rivayetler her ne kadar zayıf veya uydurma olsalar da asırlardır anlatılıyordu, “manaları onlara göre sahihti” ve bunlarla amel edilmeliydi.
Ben de büyük bir cesaret ve özgüvenle (onlara göre ise “yeniyetme”) bir hadis hocası olarak bunları ifade etmek zorunda olduğumu, hem geçmişte hem de günümüzde bazı hadis alimlerinin kanaatlerinin bu yönde olduğunu ifade ettim ve konuşmamı tamamladım.
Oturum başkanı olan tasavvuf profesörü zat son derece akademik bir dil ve üslup ile özetle şunları söyledi: “Her ne kadar hadis âlimleri böyle hükümler verseler de biz bu rivayetlerin manasının sahih olduğuna inanıyoruz; bunlarla amel etmeye devam edeceğiz. Çünkü ortada bir güven sorunu var ve biz bu tür değerlendirmelere pek itibar etmiyoruz. Siz ne söylerseniz söyleyin, ne yazarsanız yazın biz yine bildiğimizi okumaya devam edeceğiz.”
Bu sözler üzerine son oturum tamamlandı. Kapanış oturumunda konuşmacı olarak bulunan Prof. Dr. Raşit Küçük ve Prof. Dr. İsmail Hakkı Ünal hocalarım sahneye çıkarlarken ben de o esnada sahneden aşağı doğru iniyordum. Bu konuşmamdan memnun olan Raşit Küçük hocam beni gözlerimden öptü ve tebrik etti. Aynı şekilde İsmail Hakkı Ünal hocamla da tokalaştık ve o da şahsımı tebrik ettiler. Kapanış oturumunda her ikisi, beni destekleyen ifadelerle “meselenin önemine bir kez daha” vurgu yaptılar ve onlar da son derece nazik bir üslupla benim dile getirdiğim gerçeği ifade ettiler.
Ancak bir önceki oturumun başkanı olan (o an çok önemli bir kurumun başında başkan yardımcısı sıfatıyla oturan) tasavvuf profesörü zat, aynı tavırla ve üstü kapalı ifadelerle “yine bildiklerini okumaya devam edeceklerini, zira ortada bir güven sorunu olduğunu, bu rivayetlerin manalarının kendilerine göre sahih olduğunu” ima eden bir konuşma daha yaptı.
Bütün bu yaşananlara o an salonda bulunan pek çok akademisyen, müftü, vaiz, imam, Kur’an Kursu öğreticisi, İlahiyat Fakültesi öğrencisi ve sempozyumu takip etmeye gelen bazı vatandaşlar da şahit oldular. (Bu kalabalık grubun ekserisinin toplantı sonrası yemeğe geçilirken şahsıma dövecek gibi öfke ve nefret dolu gözlerle bakmalarını daha dün gibi hatırlıyorum)
Özetle, hadis ilmiyle meşgul olanlar her ne kadar mutasavvıfların kullandığı bu tür rivayetlerle ilgili çalışmalar yapsa, bu rivayetlerin kahir ekseriyetinin mevzu/şiddetli zayıf olduğunu söyleseler de onlar maalesef yine bildiklerini okumaya devam etmekteler. Bunu İlahiyat Fakülteleri’nde görev yapan tasavvuf profesörleri, doçentleri veya doktorları yapıyorsa, çoğu cahiller tarafından ele geçirilmiş muhtelif tarikat ve cemaatlerin şeyhlerinin/ halifelerinin halinin nice olacağını siz değerli okuyucuların takdirine bırakıyorum.
Dolayısıyla bu güven sorununun aşılması için yapılması gerekenler olduğu muhakkaktır. Ancak bu sıkıntıyı aşmak için ilk adımı atacak olanlar ısrarla bu rivayetlerin “manalarının sahih” olduğunu söyleyerek “hadisçilerin çalışmalarına saygı/ilgi göstermeyen, emaneti ehline vermeyen ve bilmedikleri şeyin ardına düşen kimseler”dir.
Sonuç olarak, “Manası bize göre doğrudur” diyerek uydurma rivayetleri hiçbir ciddi delile dayanmadan sahiplenen, insanları yanlış bilgilendiren ve uzmanlığa saygı göstermeyenler sorumlu olduklarını ve ahirette bunun hesabını veremeyeceklerini bilmelidirler.