Herkesin şüphesiz kabul edeceği gibi hekimlik, üst düzeyde teorik bilgi ve uygulama becerisi gerektiren bir meslektir. Bu nedenle hekim yetiştirmeye yönelik tıp fakültesi eğitim ve öğretim süresi, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de en uzun süreli eğitim ve öğretimdir.
Her ne kadar ülkemiz tıp fakültelerinin klasik süresi altı yıl olsa da, ister uzmanlaşsın isterse uzmanlaşmasın, hekim, her zaman öğrenen konumundaki özelliğini sürdürmek zorundadır. Bu zorunluluk hem tıp etiğinden hem de hukuki yaptırımlardan kaynaklanmaktadır.
Tıp fakültelerimizin altı yıllık eğitim-öğretim sürecinin klinik öncesi olarak adlandırılan ilk üç yıllık döneminde hekim adayları, tıbbın alfabesi olarak nitelendirilen temel tıp bilgilerini teorik olarak en üst seviyede alırken, klinik dönemi oluşturan ikinci üç yıllık dönemde ise hekimlik uygulamasına yönelik becerileri elde etme gayreti içerisine girerler. Bu süreç içerisinde tıp etkinlik alanının dallarını yakından tanıma ve anlamlandırma fırsatı yakalayarak ileride uzmanlaşmak istedikleri branşı da belirleyebilirler. Uygulama becerileri kazanmanın yanı sıra, kliniklerdeki eğitim ve öğretimin belki de en önemli yanı, hekim adaylarının hekimliğin sanat yönüne yönelik davranışlarını, kendilerine rol model olarak seçtikleri hocalarından öğrenmeleridir. Bu dönemde hekim adayları sadece hasta ile olan ilişkilerini değil, hasta yakınları, hekim meslektaşları ve diğer sağlık personeli ile olan ilişkilerini de etik ve hukuk zemininde anlamlandırabilirler.
Tıp fakültesine girdiğim 1981 yılından beri ülkemizde tıp fakültelerinde yaşanan gidişata baktığımda çoğu şeyin çok fazla değiştiğini rahatlıkla görebilmekteyim. Ancak bu değişimlerin tıp eğitimi ve öğretimi açısından çok da olumlu yönde olduğunu söylemek mümkün görünmemektedir.
Her şeyden önce, 1981 yılına göre tıp fakültesi sayısı ve tıp fakültesi öğrenci kontenjanları çok artmış olmakla birlikte eğitim ve öğretim kalitesinin aynı oranda arttığını söylemek mümkün değildir. Fiziki şartların iyi olmadığı kalabalık sınıflarda teorik derslerin kalitesi düşerken uygulama derslerindeki kalitenin azalması ise kaçınılmaz olmaktadır.
Hasta hakları kavramının gelişmesi ve tıp etiği ilkelerinden özerkliğe saygı ilkesinin gereği olarak hastanın rızası olmadan herhangi bir müdahalenin yanı sıra izlemenin bile mümkün olmaması hekim adaylarının uygulama becerilerini olumsuz etkilemiştir. Bir çözüm yolu olarak öne sürülen maket üzerinden ya da rol modelle eğitim ve öğretimin amacına ulaşamamış olması da, hekim adaylarının uygulama becerilerinde sorunlar yaşanmasına neden olmaktadır.
Diğer yandan medikal malpraktis iddialarının yanı sıra hekimlere yönelik uygulanan performans sistemi de tıp fakültesi öğrencilerinin uygulama becerisi kazanmasına engel oluşturmaktadır.
Tıp fakülteleri sadece teorik bilgi veren binalara dönüşmüş, hastanelerde tıp fakültesi öğrencilerinin etkinliği giderek azalmış ve “intern” hekim anlayışı anılarda kalmıştır. Hastaya el süremeyen, ameliyathaneye giremeyen, organlara dokunamayan, doğum izleyemeyen tıp fakültesi öğrencileri ne yazık ki tek çıkış yolu olarak “Tıpta Uzmanlık Sınavı (TUS)”nı görmekte, bu nedenle en iyi yaptıkları şeyi yapmaktadırlar. Teorik bilgilerini artırmak. Hatta bu nedenle TUS dershanesine bile gitmektedirler. Teorik bilgi olarak fevkalade olan öğrenciler, bilip anlattıklarını yapamamaktadırlar.
Oysa ki hekim uygulayıcıdır. Hasta hekimden yapmasını ister. Hasta, hekimin ne bildiğini değil, hekimin ne yaptığını sorgular. Hukuk kuralı da hekimin yaptığı ile ya da yapmadığı ile ilgilenir. Bu nedenle tıp fakültelerimizde uygulama ağırlıklı eğitimin ve öğretimin gerçekleştirilmesi için gerekli çalışmalar mutlaka yapılmalıdır.