Siyasetler, millet ile memleket menfaatini gözeteceklerse, mümkün olduğunca söylemi eylem ile bütünlemek, bu mümkün olmuyorsa, söylenen ile edileni bütünlemeye dönük bir çabanın ve girişimin içinde olmaları gerekir. Türkiye’de şimdilik iyi niyetin dışında söylenen ile eylenen arasında –son zamanlarda dikkat çeken birkaç olumlu adımın dışında- bir bütünleşme çabası ve çalışması net olarak açığa çıkmış görünmemektedir.
Yaşananlar ortadadır. Esasen yapılması gereken de ehline malumdur. Lakin ehil olan susmakta, icra makamında olanlar ise, ne yapacağını bilmez, aklına geleni uygulamaya kalkmaktadır. Türkiye’de neler oluyor, Türkiye nereye doğru sürükleniyor? Bu kargaşa görünümlü savruk akışın muhtemel nedenleri acilen masaya yatırılmak durumundadır. Gerçekten ne oluyor? Türkiye selim bir aklın denetiminde makas mı değiştirmeye çalışıyor? Yoksa okyanusta fırtınaya tutulmuş yahut akıntıya kapılmış bir sandal gibi sonu belli bir meçhule (!) –bilinir bilinmezlere (!)- mi sürülüyor, sürükleniyor?
Bize öyle geliyor ki, Türkiye, özellikle son çeyrek asırdır, bir dizi siyasal kuramın denendiği bir laboratuvara dönmüştür. Deneme ve denenme süreci, maalesef, nihayetlenmiş de değildir. Türkiye’nin sonu kestirilemeyen, belki de bazıları için sonu görünen, bir deneme tahtasına döndürülmesi; dolayısıyla Türk milletinin de kobay olarak kullanılması, sanıyorum, birçok siyasinin, hatta siyasete yön veren, verdiğini düşünen yahut vermeyi uman uzmanların, danışmanların veya araştırmacıların pek de fark edemedikleri bir durum.
Bilindiği üzere, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, yönetim biçiminde ciddi değişiklikler gerçekleştirme yolundadır. Bazı çevrelerce “Türk Tipi Başkanlık” olarak adlandırılan bu yeni yapılanmanın, Cumhur Başkanlığı Hükümet Sistemi’nin, henüz ne tarz bir yönetim biçimi olduğu ve ilerde nasıl bir yönetim şekline dönüşeceği çok açık değildir. Geçen süreç, maalesef başarılı bir resim vermemektedir. Türkiye bu nedenle yaklaşık son beş yıldır bünyesinde kapalılıkları barındıran bir siyasal dönüşüm süreci içinde yalpalamaktadır. Maalesef istikrarsızlığı istikrarlı şekilde sürdürmek dışında bir istikrar henüz ufukta görünmemektedir.
Bu yazıda dünde olandan çok, şimdide olana ve muhtemel olacak olana –yaşanmıştan öte yaşanana- birazcık değinmeye çalışacağız. Önce yönetim biçimleri üzerine genel bir bilgi verelim, ardından şimdinin muhasebesine kapı aralamaya çalışalım. Malum olduğu üzere tarih –olup biten- bizi bir dizi yönetim biçimiyle karşı karşıya getirir. Toplumların ne tarz değişim ve dönüşüm yaşadıklarının incelenip sınıflanması öncelikle siyaset sosyolojisi ile felsefenin ilgilenmesi gereken bir konudur. Elbet başka alanlarda bu konuda kalem oynatabilir. Biz, daha çok felsefî bakışı önceleyerek -kavram düzeyinde- bir gezintiye çıkalım. Azıcık gezinince akla düşüveren yönetim tarzları şunlar:
1) Öncelikle dilimizden düşürmediğimiz halkın yönetimine dayanan demokrasi. 2) Belli bir aile yönetimi demek olan oligarşi. 3) Zenginlerin yönettiği timokrasi. 4) Soylu sınıfların iktidar olduğu aristokrasi. 5) Bürokratların ve uzman sınıfların etkin olduğu teknokrasi. 6) Din adamları sınıfınca dine dayandırılarak idare edilen teokrasi. 7) İşçilerin etkin olduğu plütokrasi. 8) Toplumu merkeze almaya çalışan sosyalizm. 9) Mülkiyet sahibi ağalara göre işleyen feodalizm. 10) Bireyi esas alan individüalizm. 11) Maddi hâkimiyeti öne çıkaran materyalizm. 12) Mal, mülk, sermaye denilince akan suları durultan kapitalizm. 13) Mülkiyetsizliğe dayanan komünizm. 14) Kanunsuz siyaset diyen anarşizm. 15) Adama dayalı bir yönetim biçimi olan mupokrasi. 16) Fırsatı ganimet bilen oportünizm –fırsatçılık.-. 17) Baskıyla işini yürüten tiranizm. 18) Diktatörlüğü benimseyen totalitarizm veya faşizm; a) bireysel diktatörlüğü önceleyen monarşiler yahut b) birey dışı diktatörlüğe (ırkî, etnik, kısmen dinî) tutunan otokrasiler. 19) a) Ulusu önemseyen nasyonalist, b) ırkı önplana çıkaran rasialist, c) uluslararası yahut ulus dışı veya ulus üstü –ulus aşkın- enternasyonaliz yapılanma ve yapılar. Enternasyonallik, a) insan severlik, b) ümmetçilik ya da c) cihan devleti şeklinde zuhur edebilir. 20) En nihayet hakkın üstünlüğüne esas alan hukuk devleti.
Yukarda saydığımız yönetim biçimlerinin bir kısmı iç içedir. Biri ötekini destekler. Birinin içinde öteki de az ya da çok yer bulabilir. Biz burada çalakalem bir hatırlatma ve sıralama yaptık. Derdimiz ve anlamak istediğimiz Yeni Türkiye’nin bu yönetim şekillerinden hangisini ya da hangilerini bünyesinde barındırdığı veya barındırmak istediğidir?
Söyleme bakarsak biz bir hukuk devletiyiz. Demokrasi ile -yani halkın seçtiği kişilerce halkın iradesine uygun- yönetiliyoruz. Ama durum gerçekten öyle mi? Yönetici konuma sadece seçilerek gelmiş olmak, demokratik bir hukuk devleti olmaya yeter mi?
Hâl-i pür melâlimizi yakinen idrak için, Türkiye’de olup biten teşrih masasına yatırılmalıdır. Yukarıda saydığımız yönetim tarzlarının hangisinin cari olduğuna dair bir karar verilmelidir. Tabiî ki, kararın sağlıklı verilebilmesi, yönetim biçimlerini doğru okumak ile çözümleyebilmeye bağlıdır. Bir başka ifadeyle; ne ve nerde olduğumuzu görmek için söylemin ötesine geçerek eylemimizin hangi yönetim biçiminin ya da biçimlerinin içine girdiğini belirlemek ve bilmek gerekir. Mesela demokratik hukuk devletine uygun davrandığımızı ya da olumsuz açıdan totaliter bir faşizme düşmediğimizi hangi tutum ile davranışlarımızda görünür kılıyoruz, ortaya koyuyoruz? Nerde olduğumuzu, ne yapıp ettiğimizi hiç hesaba katmadan dünde olmuş olana örtülü atıflar yapıp dünde olanın devamı olduğunu düşündüğümüz çevrelere tehditler savurmak -ortada bir sorun varsa, ona- çözüm sunmaz. Aksine iddiaları güçlendirir ve haklı kılmaya –haklılandırmaya- başlar.
Türkiye’nin söylem siyaseti ekseninde istikrasızlığa sürüklendiği açıktır. Bu karmaşa ve kargaşa sahiplenilen bir dizi ideoloji üzerinden sahneye konmuştur. Oynanan bir oyundur. Oyunun yazıcıları ve kurgusu vardır. Kendiliğinden gelişmiş değildir. Acı olan, oynayanların –en azından- uzunca bir süre –bıçak kemiğe dayanana kadar- oyunun farkına varamamalarıdır. Ok yaydan çıktıktan sonra geri dönmez. Artık umut etmemiz gereken, ok bizi hedef almışsa, okun hedefi şaşırmasıdır. Lakin daha doğru olan tavır, hedef olmaktan kurtulmanın bir yolunu bulmak ve bir daha açık ve gizli hedef olmayacak tedbirleri alabilmektir. Tedbir almak, söylemin ötesine geçen bir eylemi içerir. Tedbirin ise günü kurtarmaya dönük olmaması zorunluluk arz eder. İlaç acı da olsa, hastalıktan kurtulmak için içilmesi gerekir.
Son yarım yüzyılın siyaset kuramlarına yüzeysel bir bakış bile Türkiye ile nasıl oynandığı hakkında ciddi fikirler verir. İdeolojilerin sonunun geldiği yazılıp çizilirken ideolojiye karşı çıktığını söyleyen ideolojik kafaların iktidara gelmesi –getirilmesi- siyasetin içinde iken siyasî fikirlerin ne kadar dışında ve uzağında olduğumuzu gösteren bir trajedidir.
Uzlaşım siyaseti (consensus politics) söylemi ile ideolojilerin sonunun geldiğini öne sürmek, uzlaşım siyaseti önerisinin ideolojik bir okumasıdır. Geçen yüzyılın son kertesinde bir dizi siyaset kuramcının ileri sürdüğü ve savunduğu bir savdır bu. İdeolojik yaklaşımdan taviz vermeden ideolojilerin sonunun geldiği söylemine tutunmak, -Türkçülük, Kürtçülük karşılaştırmaları yapmak, milliyeti milletten ayırmaya çalışmak- büyük sarsıntılar yaşayan Türk Milletine ve Türk Devleti’ne reva görülen sonun ve oynanan oyunun farkında olamamaktır. En hafif ifadeyle büyük gaflettir. Böylesi bir durumda siyasal uzlaşımdan yana olunmasını istemek, sessizliğin kabul edildiği ve edilmesi gerektiğini öne sürerek destek beklemektir.
Düşünür Theodor W. Adorno’nun talebesi Jürgen Habermas, ideolojilerin sonu tezinin politik uzlaşım söylemi üzerinden ideolojik bir okumaya tabii tutularak toplumların sessizleştirilmesinin muhtemel sonucunun çöküş olduğunu dile getirir. Çöküş öncelikle ahlâkî sahada kendini gösterecektir. Türkiye’nin bir ahlak krizi ile kaşı karşıya olduğunu kim inkâr edebilir. Krizin kritik kavramı ile yakın irtibatı vardır. Her kriz, kritik bir durum yaratır. Türkiye’deki ahlâk krizi kritik dönüşümlere ve çöküşlere gebedir. J. Habermas, Legitimation Crisis ( 1975: 33-94) adlı eserinde siyasetin teknolojik bir mesele olduğunu düşünerek ideolojilerin sonunun geldiğini iddia etmenin devletin –hükümetin- meşruluğuna zemin hazırlayıcı gücüne de değinir. Kritik dönemlerde krizin belirli bir ekonomik büyümeye referansla durağanlığın meşrulaştırılması, tehlikeli bir gidiştir. Türkiye’nin özellikle 16 Temmuz kalkışmasından sonraki görüntüsü, Habermas’ın 40 yıl önce yazdıklarıyla ilginç benzerlikler taşımaktadır. Öyle ki, durgunluğu yaşamakla beraber belirli bir büyümeyi yakalayan devletler –biz buna hükümetler demeyi daha uygun buluyoruz- ekonomik krizin eşiğine geldiklerinde durgunluğu aşabilmek için, vatandaşlardan fedakârlık beklentisi içine girmektedirler. İktidarın beklentisi açıktır. Bu durumda vatandaş, devletin –hükümetin-yapması gerekenleri –geniş ya da dar anlamda geleneksel bağlılıkları- talep etmeyecektir. İlk etapta sorunları çözer görünen bu yaklaşım, süreç ilerledikçe ekonomik zorlukları kolaylıkla ama tehlikeli bir biçimde meşruluk bunalımına dönüştürecektir.
Türkiye’nin bir ara şirket gibi yönetilmesi gerektiğinden söz edildi. Devleti şirketleştirme arzusu veya yanılgısı, siyasetin teknolojik bir mesele olduğunu sanmakla alakalıdır. Devlet yöneten siyasetin teknoloji ile ilişkisi vardır. Lakin devlet bir şirket değildir. Devlet yönetimi de teknolojik bir uygulama değildir. Şirket mantığı ile bütünleşen teknolojik yönetim biçiminin yukarda saydığımız yönetim biçimleri içinde hangisine benzediği ya da benzeyeceği tartışılması gereken bir sorundur. Gidiş nereye?