Kur’ân-ı Kerîm, Müslümanlara bazı problemlerle karşılaştıkları zaman konunun mütehassıslarına danışmalarını ve ortak aklı devreye sokmalarını tavsiye eder. Ancak zamanımızda Müslümanların çoğunluğunun Kur’ân-ı Kerîm’in bu emrini yeterince ciddiye almadığı ve önemsemediği söylenebilir.
Konuyla ilgili Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurmaktadır: “…Eğer bilmiyorsanız, bilenlere (konunun uzmanlarına / ehliyet ve liyakat sahibi kimselere) sorun (danışın!).”(Nahl, 16/43; Enbiyâ, 21/7).
Aynı şekilde, Yüce Allah istişareye de önem vermiş ve Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurmuştur: “Ve [ey Peygamber] senin izleyicilerine yumuşak davranman, Allah’ın rahmetinin bir eseriydi. Zira, eğer onlara karşı kırıcı ve sert olsaydın, doğrusu senden koparlardı. Artık onları bağışla ve affedilmeleri için dua et. Ve toplumu ilgilendiren her konuda onlarla müşavere et; sonra bir hareket tarzına karar verince de Allah’a güven: Zira Allah, O’na güven duyanları sever.” (Âl-i İmrân, 3/159)
“(Dünyalık olarak) size her ne verilmişse, bu dünya hayatının geçimliğidir. Allah’ın yanında bulunanlar ise daha hayırlı ve kalıcıdır. Bu mükâfat, inananlar ve Rablerine tevekkül edenler, büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınanlar, öfkelendikleri zaman bağışlayanlar, Rablerinin çağrısına cevap verenler ve namazı dosdoğru kılanlar; işlerini, (bütün ortak meselelerini) aralarında şûrâ (istişare / danışma) ile karara bağlayanlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcayanlar, bir saldırıya uğradıkları zaman aralarında yardımlaşanlar içindir.” (Şûrâ, 42/36-39).
Görüldüğü üzere, söz konusu âyetler herkesin rahatlıkla anlayabileceği şekilde gayet açıktır. Bu bakımdan liyakati ve istişareyi önemsemeyerek “ortak aklı” devre dışı bırakmak, farklı görüşlere değer vermemek, karşıt görüşleri susturmak, şahısları itibarsızlaştırmak veya iftiralarla değersizleştirmek, böylece meselelere geçici / palyatif / yüzeysel çözümler üretmek İslam toplumuna hiçbir fayda sağlamamıştır ve bundan sonra da fayda sağlaması mümkün değildir.
Örneğin salgın hastalıklar konusunda çalışan bir bilim adamı bu hastalıklara neden olan virüsleri / bakterileri / mikropları tespit etse, bunu ciddi delillerle temellendirse, halkı bunlara karşı uyarsa, çözüm önerileri geliştirse, aşı / ilaç üretimine katkı sağlasa, aklı başında herkesin bu bilim adamına saygı duyması, beden sağlıklarını korumalarına yardımcı olduğu için onu saygıyla ve minnetle anmaları ve onun için hayır dua etmeleri beklenir. “Bu zamana kadar kimse bilemedi de sen mi bildin?” diye onun başarısını küçümsemeye, alay etmeye kalkışanlar ise kınanır / yadırganır. Bu üretilen aşının / ilacın zararlı olduğunu iddia eden kimselerden ise daha güçlü deliller ortaya koyarak o bilim adamının tezlerini çürütmesi istenir.
Aynı şekilde ömrünü Kur’ân’ı ve Hz. Peygamber’i doğru anlamaya adamış, işini ibadet aşkıyla yapan bir hadis âlimi, gece gündüz çalışarak toplumun din tasavvurlarını mahveden, Kur’ân ve sünnet anlayışlarını yerle yeksan eden, İslâm’ın özünden / ruhundan uzaklaşmalarına neden olan birtakım uydurma hadisleri tespit etse, bunların mevzû olduklarını delilleriyle ortaya koysa, Müslümanları bu rivâyetlere karşı dikkatli olmaya davet etse, aklı başında herkesin bu İslâm âlimine teşekkür / dua etmesi ve minnettar olması beklenir; akıl ve ruh sağlıklarını korumalarına ve doğru bir din anlayışına sahip olmalarına katkı / fırsat / imkân / fayda sağladığı için ona sevgi ve saygı duymaları umulur.
Ancak ne geçmişte ne de günümüzde durum böyle olmuştur. Bağnazlığı, yobazlığı, bedeviliği, taassubu, körü körüne geçmişi kutsamayı marifet zanneden bazı fanatikler / sefihler / cahiller, birtakım kitaplara girmeyi başarmış mevzû hadisleri “sahih” kabul etmiş, onları dokunulmaz ilan etmiş, Hz. Peygamber’e iftira atılıyor olmasını hiç ama hiç önemsememiş ve İslam’ın yanlış tanıtılmasına sebebiyet verdiklerini ise akıllarına dahi getirememişlerdir.
Oysa ehliyet ve liyakat sahibi uzmanların ürettiği kaliteli bilgiye saygı esas olmalı ve hakikate ulaşmak için bu bilgi bütün yönleriyle tartışılabilmelidir. Eğer o âlimin ürettiği bilgi daha güçlü delillerle çürütülüyorsa o zaman söz konusu ictihad terk edilmeli, ama o âlim kesinlikle susturulmamalı ve de itibarsızlaştırılmamalıdır. Ancak böyle bir duyarlılığa, farkındalığa, hassasiyete ve sorumluluk anlayışına sahip olanların sayısı da yok denecek kadar azdır. Zira sözde liderlerin peşinden giden bilinçsiz kalabalıklar daha etkili olmakta, sesleri daha gür çıkmakta, örgütlü güç olmaları nedeniyle farklı görüşleri kolaylıkla susturmakta, bastırmakta ya da boğmaktadır.
Tahriklere kapılan büyük kalabalıklar böyle bir âlimin düşüncelerini araştırma zahmetine katlanmadan “hadis düşmanı” veya “sünnet düşmanı” diyerek yaftalamakta, dışlamakta, uydurma hadisleri büyük bir aşkla savunmakta, Hz. Peygamber’e iftira attıklarını, onun otoritesini istismar ettiklerini, İslam’ın yanlış tanıtılmasına sebebiyet verdiklerini hiç düşünmemekte, kendilerini manipüle eden sözde liderlerinin peşinden gitmeye devam etmekte ve kendilerine yazık etmektedirler. Oysa yapılması gereken hakaret etmek, iftira atmak, belden aşağı vurmak ve itibarsızlaştırmak değil, hadisle ilgili ortaya atılan o ictihadı / görüşü daha güçlü gerekçelerle çürütmek ve geçersiz kılmaktır.
Ancak her zaman olduğu gibi kitaplara girmeyi başaran rivâyetlerin tamamının sahih olduğuna inanan, geçmiş ulemanın asla hata etmeyeceğini düşünen ve onları kutsayan sözde liderlerin kışkırtmalarıyla harekete geçen büyük kitleler, kendilerini samimiyetle uyaranları dikkate almamakta, kelebeklerin ateşe doğru uçuşmaları gibi uydurma rivâyetlerin peşinden koşuşturmakta, kendilerini yanlıştan dönmeye davet eden İslam âlimlerini “mürted”, “mülhid”, “sapık” veya “zındık” ilan eden sözde liderlerinin safında / yanında yer almakta ve bir Müslüman olarak kendi ayaklarına / kafalarına kurşun sıktıklarını dahi fark edememektedirler.
Sonuç olarak; ihtisasa, uzmanlığa, liyakate, istişareye saygı esastır. Emaneti ehline vermek farzdır. Farklı görüşlerin delillerini dinledikten sonra sağlam gerekçelerle kabul veya reddetmek insanî ve ahlâkî olandır. Tüm bunları yapmadan, farklı görüşleri dinlemeden, delillerini incelemeden, konuyu anlamadan hüküm vermek, sürü psikolojisi ile hareket ederek İslâm âlimlerini susturmaya çalışmak, farklı görüş ve düşüncelere tahammül edememek, düşünce ve ifade özgürlüğünü ortadan kaldırmak gayr-i insânî ve gayr-i ahlâkîdir. Düşünen, tenkit eden, yeni kavramlar üreten, yeni bakış açıları kazandıran gerçek âlimleri “fasık / kâfir / mülhid / sapık / zındık / bid’atçi” ilan etmek, halkı kışkırtıp o âlimlerin üzerine salmak, tehdit etmek ya da öldürmek marifet değildir; itibarsızlaştırarak sonuç almaya çalışmak, kendine ve bilgisine güvenmemektir; dinlerini koruma adına böyle bir tavır içine girenlerin bu yaptıkları dine hizmet değil, dini tahriptir / tahriftir. Takva henüz kalplerine yerleşmemiş ama sayılarının çokluğuna güvenerek “kesreti hakikatin ölçüsü” zanneden, şiddeti sorun çözme vasıtası / yöntemi olarak benimseyen, ihtisası /liyakati küçümseyen sözde liderlerden de takipçilerinden de İslâm âlemine şu ana kadar hiçbir fayda gelmemiştir ve bundan sonra da gelmesi mümkün değildir.