8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü olması nedeniyle bu hafta, 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında kadının ‘vahşi batı’da (Not: Buradaki ‘vahşi batı’ Texas-Tommiks’in yaşadığı yerleri değil, bizzat Doğu medeniyetinin hakim olmadığı bütün batı ülkelerini –örn. Amerika, İngiltere, Fransa- ifade ediyor.) ne durumda olduğunu ve bu algılamaya erkeklerin ve bilim (veya bilimsellik) denilen, “geçerliliği son kullanma tarihi ile sınırlı olgu”nun nasıl katkıda bulunduğunu gösteren, daha önce farklı bir versiyonunu başka bir yerde1 yayınladığım bir yazımı sizlerle paylaşmak istedim. Daha önce, günümüzde hayvan hakları savunuculuğunun ne kadar ‘entel-dantel’ ve samimiyetsiz bir iş olduğundan bahsettiğim yazımda2 da belirttiğim gibi bu ‘haklar’ genellikle en çok ihlal edildiği yerden neşet eder. İnsan Hakları, Kadın Hakları, Hayvan Hakları, İşçi Hakları, vb. gibi. Tarihleri boyunca bu hak ihlallerinin en alâsını irtikap edip, 2. Dünya Savaşı’nın bitmesi ve gerekli paylaşımı kendi aralarında yapıp, insanları, hayvanları, kadınları ve işçileri kendi ‘idealleri’ ve ‘planları’ doğrultusunda kullanmaya ihtiyacı kalmayan ‘medeni’ ülkeler, bu ‘hakları’ uydurup, Demokles’in Kılıcı gibi diğer ‘gayrı medeni’ milletlerin başında sallandırmaktadırlar. Bu hakları ilerde tek tek ele alacağımı ifade ederek esas konumuz olan 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başında ‘vahşi batı’da’ kadının durumuna ve ‘bilim’in (yoksa film’in mi demeli?) buna katkısına.
Batı’da kadının ‘özgürleşme’sinde tıbbın önemli bir yeri olduğu düşünülmektedir. Oysa tıp aynı zamanda Batı kültüründe cinsiyet ayrımcılığının en önemli araçlarından birisi olarak kadının yıllarca süren baskılanma sebebi olmuştur. Tıbbın cinsiyet ayrımcılığına temel katkısı, kadını hasta ve erkeğini hastalandıran bir varlık olarak tanımlamasıdır. O yıllarda tıp çevrelerince ileri sürülen savlar cinsiyet ayrımcılığı olarak değil de sanki kadının yararına olan uygulamalarmış gibi takdim ediliyordu. Kadını her türlü aktif ve heyecan verici işlerden alıkoymakla, ona büyük bir iyilik yapılmış olduğu iddia edilmekteydi. Kadın’ın toplumda bu şekilde var olması (erkek) doktorların iki yönden işine yarıyordu; birincisi, kadınlar böylece hekimlik ve tıp uygulamasına sokulmamış oluyordu, hem de doktorların bol paralı birçok kadın müşterileri oluyordu.
Kadının bu sosyal rolü oynamaya devam etmesinin gerekliliğine bilimsel açıklamalar bulma konusunda da bilim adamları boş durmuyor birçok teoriler ortaya atıyorlardı. Bunların arasında sıcak salonlarda dans etmenin, aşırı cinsel, atletik ve zihinsel aktivitelerde bulunmanın, fazla romantik bir kocaya sahip olmanın, çok kitap okumanın başlıca hastalık kaynakları olduğu vardı. Aslında bu teorilerin tamamı ‘çok temel’ bir fizyolojik kuram olan ‘enerjinin toplanması’ kuramına dayanmaktaydı. Bu kuramın birinci postulatına göre her insanda belli bir miktar enerji vardır ve bu muhtelif organlara ve fonksiyonlara dağılmıştır. Yani, eğer bir organ veya bir yetenek geliştirilecekse bu ancak başka bir organ veya yeteneğin dumura uğraması ile mümkün olabilecektir. Bu teorinin ikinci postulatı ise üremenin kadının biyolojik hayatının merkezinde yer aldığı ve kadının tamamen üreme organlarının kontrolü altında olduğudur. Kadının yaşamdaki en temel görevi üreme olduğundan doktorlar kadınların enerjilerini içsel olarak rahimlerinde yoğunlaştırması gerektiğini savunurdu. Doktorlar ve eğitimciler bu ‘bilgilerden’ yüksek eğitim yapmanın kadınlar için fiziksel açıdan tehlikeli olduğu sonucuna varmakta hiç zorlanmamışlardı. Onlara göre beynin fazla çalışması uterusu atrofiye uğratıyordu çünkü üreme sistemlerinin gelişimi zihinsel gelişimini ters olarak etkilemekteydi. Bu sözler sadece kitaplarda yer alan bir cümle değildi, doktorlar buna gerçekten inanıyor ve günlük mesleki uygulamalarında kullanıyorlardı. Doktorlar kadınlardaki baş ağrısından, boğaz ağrısına, hazımsızlıktan, sırttaki kambura, bütün hastalıkların arkasında uterus veya overlere bağlı bir sebep buluyorlardı. Fakat, dönemdeki en tahripkar uygulama devrin jinekologları tarafından ‘kişilik bozukluğu’ olan kadınlar üzerinde uygulanan cerrahi ameliyelerdi. Devrin yaygın tıp anlayışına göre kadın’ın bütün kişiliği üreme organları tarafından idare edildiğinden kadında meydana gelecek herhangi bir psikolojik sorunda jinekolojik cerrahi müdahaleden daha olağan bir şey olamayacağı düşünülürdü. Örneğin o döneme ait bir kitapta “Klitorisin doğal olmayan büyümesi ahlaksızlığa olduğu kadar ciddi hastalıklara da yol açabilir, bu yüzden ampute edilmelidir” yazmaktadır. (Not: Kadın sünnetinin “barbar bir Müslüman adeti” olduğunu düşünenlere duyurulur.) Amerika’da bilinen en son klitoris amputasyonu, masturbasyon tedavisi amacıyla 1950 senesinde beş yaşındaki bir kız çocuğuna yapılmıştır. En sık uygulanan cerrahi müdahale ise, overlerin çıkartılması (kadın kastrasyonu) idi. Sadece 1860 ile 1890 yılları arasında binlerce bu tip operasyon gerçekleştirilmiştir.
Hastalar genellikle kocaları tarafından ‘uygunsuz davranış’ şikayeti ile getiriliyordu. Kadınlar kocalarına kastre edilerek geri verildiklerinde itaatkar, uyumlu ve temiz davranış içinde oluyordu. Ameliyatın gerçekte bu değişikliği meydana getirip-getirmediği bir tarafa onlar için ‘yola gelmeleri’ yönünde önemli bir tehdit olduğu açıktı. Bu uygulama o kadar yaygınlaşmıştı ki yapılan ‘bilimsel’ toplantılarda 1500-2000 kadına bu cerrahi ameliyeyi uyguladığı için bazı doktorlara şilt veriliyordu.
İşte, ‘vahşi batı’ ve onun ‘seçkin’ erkek doktorları bundan yaklaşık 1 asır önce kadınlarını böyle görmekteydi. Bence bu durum, hem onların tarihlerini inkar edip başka milletlerin ayıplarını arama çabalarında ne kadar haksız olduğunu, hem de bilimin ve bilim adamlarının bazen insanlıktan ziyade ideolojilere nasıl hizmet ettiğini göstermek açısından son derece manidar. Batı’ya, bilime ve bilim adamlarına toz kondurmayanların dikkatini çekmek istedim…
Kaynaklar:
1 Aksoy, Ş. ‘Geçtiğimiz Yüzyılda Batı’da Hasta ve Tedavi Edici Rolünde Kadın’ Türkiye Klinikleri Tıp Etiği-Hukuku-Tarihi Dergisi, 1:1 (Şubat 2001):55-59.
2 Aksoy, Ş.‘Kebap da yerim, slogan da atarım’
Medimagazin. [22.05.2006]