Köşe yazılarımı, ilk günden itibaren, yüzer adetlik demetler halinde, Word dosyalarında arşivliyorum. Hangi yazı, nerede ve ne zaman yayınlanmış, yazılıp ta henüz yayınlanmamış olanlar, kendimin ya da yakınlarımın sansürüme takılmış ve halen yayınlanmamış olanlar, tarih ve numaralarıyla hepsi bellidir. İlk dört yüz tanesi, dört dosyada, yazılanlarla doldu. Şimdi, artık beşinci dosyayı açtım. Okuduğunuz yazının adı da, numarası da 401, yeni dosyanın ilk yazısı. Yazılanlar, yazdıklarım, yirmi yılı buluyor. Ben hala ilk günkü heyecanımla yazmaya devam ediyorum. Büyük çoğunluğu, Medimagazin’de, çok azı da başka yerlerde yayınlandılar. Yazdıklarımı, 2012 yılından beri, hemen her yıl basılan altı kitabıma sığdırmaya çalıştım. Gazete çıkmadan önceki dönemde yazılarımı, görüş ve fikirlerimi, editörlüğünü üstlendiğim ve dört ayda bir yayınlanan ‘Jinekoloji ve Obstetrik Dergisi’nde ‘editörün köşesinden’ başlığıyla yayınlıyordum.
Köşe yazısı yazmam için ilk teklif, Medimagazin yayın hayatına girerken gelmişti. Gazetenin haftada bir çıkması planlanıyordu. Sanırım dergide çıkan ve ilginç bulunan yazılarım nedeniyle teklif etmişlerdi. Dört ayda bir yazan birine, bundan böyle haftada bir yazması öneriliyordu. Her hafta yeni bir konuyu işleyeceksin. Kolay mı, elbette değil. Ben dört ayda bir bile konu bulmakta zorlanırken, olacak iş mi bu şimdi. Hem yazılanlar, hangi konularda olacak, o da belli. Sağlık ve eğitim konularında yazmam isteniyor. Tarih, edebiyat, spor, güzel sanatlar ve güncel siyaset gibi konular, zaten gazetenin genel kapsamı dışında kalıyor. Baştan itibaren, ben kendi sınırımı çizdim. İki haftada bir yazmayı kabul ettim. Başlangıçta, benimle birlikte, pek çok köşe yazarımız vardı. Hepimizde bir heves, zembereği boşalmış yaylar gibi, yazıyor, yazıyoruz. O zamanlar henüz internet yok. Gazete posta ile dağıtılıyor. Yazımızın çıkacağı sayıları, iple çeker olduk.
Zaman geçtikçe, yazarlardan bazılarıyla, gazeteniz arasında ten uyuşmazlığı oldu. Güncel siyasetin içine girmek arzusunda olanlar, belli kişi ve kurumları, devamlı olarak suçlayıcı yazılar yazanlar, gazetenin kapsamı dışına çıkanlar aramızdan ayrıldılar. Ayrılmalar, bununla da kalmadı. Bir kısım köşe yazarımız, başka yerlerde yazmaya başladı. Doğal nedenlerle ansızın kaybettiklerimiz de oldu. Gidenlerin yanında, aramıza yeni katılanlar bize yeni bir güç verdi. Günler, haftalar, aylar, hatta yıllar böylece sürdü gitti. Şimdilerde, devamlı yazan köşe yazarı olarak, ben ve İsmail Hakkı Aydın hoca, iki kişi kaldık.
Ben kendi alanımı, sağlık ve eğitim olarak ilk baştan itibaren belirlemişim. Gün olur yazarım. Gün gelir, konu çıkmaz yazmam. Başta ilk göz ağrım olan dergi editörlüğü olsa da, bir süre sonra dergideki yazılarıma son verdim. Sadece Medimagazin’de yazıyorum. Yine de, bazı yakın arkadaşlarım, bana ‘editör’ demeyi sürdürüyorlar. Eh ne yalan söyleyeyim, böyle dediklerinde insanın gururu da okşanıyor. Tembelliktir benim asıl düşmanım. Kimse üstüne alınmasın. Tembeller ve yamuk iş yapanlar aleyhine, fırsat buldukça, elim erdikçe yazılar yazarım. Kimi okuyanım, “çok sert yazmışsın başına iş gelebilir” diye, kimi “artık kalemin yumuşamış” diye uyarmadan da edemiyor. Her eleştirinin, benim katımda çok önemli yerleri var. Her türden uyarıyı, çok dikkatli olarak izlemeye ve değerlendirmeye çalışıyorum.
Arkadaşlarım, okurlarım, yıllardır şunu çok iyi bilirler. Haldun hoca vatanı aleyhinde, asla yazı yazmaz. Öyle bir duygu işte, anlatılması zor da, yaşanır cinsinden. Kısa süreli de olsa, yurt dışına gitmiş olsam, üç günden sonra ülkemi özlemeye başlarım. Varsın dışarıda, çok daha güzel yerler, büyük şehirler, daha gelişmiş ve medeni ülkeler olsun, “ellerinki ele, bizimki bize yeter” derim. Hani bülbülü altın kafese koymuşlar da, “ah vatanım” demiş işte öyle bir şey. Önümüzde çok takdir ettiğimiz büyüklerimiz var. Bunlardan biri de Fenerbahçe’nin efsane futbolcusu Lefter’dir. Benim, şahsen hiç tanışma fırsatım olmadı. Sadece bir kez Büyükada iskelesinde, sahildeki bir çay bahçesinde arkadaşlarıyla sohbet ederken uzaktan görmüştüm. Doğma büyüme Büyükadalıdır. Ziyaret için gittiği Atina’da aniden rahatsızlanmış. Hastaneye kaldırılmış. Gelenlere, “beni vatanıma götürün” demiş. Vatan, işte öyle bir şey, anlatılmaz, yaşanır. Bu vatan öyle çok kolay kurtarılmadı dostlar. Binlerce şehidimiz var. İşte orada, Balkan’da, Filistin’de, Yemen’de, burada Çanakkale’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da. Hakkında idam kararı çıkartılan, ölümü bile göze alıp, bu güzel vatanı iç ve dış düşmanlardan kurtaranlar. Başta ulu önderimiz, Gazi Mustafa Kemal ve onun silah arkadaşları. Bir an olsun, aklımızdan çıkmaz, çıkarmamalıyız. Yabancıların telkinleriyle, ismini unutturmaya çalışsalar da, heykellerini kaldırsalar da, ona olan sevgimizi kalplerimizden asla silemezler.
Bilmem anlatabildim mi…
Ekim 2018