Son bir ay içinde dijital dünya ve yapay zekanın insanlığa karşı bir tehdit olarak algılanmasını salık veren iki adet konuşma dinledim. İlki “Dijital Çağ ve Geleceğimiz” başlık konuşması ile felsefeci Prof. Milay Köktürk, ikincisi “Dijital Dünya ve İnanç Hayatımız” başlıklı konuşması ile bir ilahiyatçı ve din sosyoloğu, Doçent Hasan Kafalı idi. Bu iki toplantı birbirini tamamladı diyebilirim.
Hasan Kafalı hoca dedi ki, televizyon bizim gözümüzün uzantısı, telefon kulağımızın uzantısı, yapay zeka da beynimizin uzantısı olacak ancak burada bir risk var. Dijital dünya kontrolü ele geçiriyor;
Dünyanın kontrolünü ele geçiriyor, insanın kontrolünü ele geçiriyor, aile bireylerinin kontrolünü ele geçiriyor ve nihayet bireyin kontrolünü ele geçiriyor. Ele geçirenlerin, yani sistemin sahibinin kim olduğunu az çok bildiğimizden hareketle niyetleri konusunda kuşkuluyuz. Bu gidişatın sonunda her birimiz öznel olmaktan çıkıp birer nesneye dönüşebiliriz. Böylesi bir sonuç ile karşılaşılmasını önleyebilecek seçeneklerden birinin net bir şekilde din olduğunu tarif ediyor Hasan Hoca. Öyle İslam dini demiyor, tüm dinlerin insanın iyiliğini istiyor olmak ve insana, tanrıya ulaşmak gibi bir varlık nedeni vermek bakımından, insanın sonsuz ihtiraslarını sınırlandıracak olan dini bir anlayış olacaktır diyor. Bu ihtimalin, gündelik hayattaki dini uygulamaların tartışmalı olmasının ötesinde, dinin doğasına ve felsefesine ait bir durum olduğunu söylüyor. Haliyle bir ilahiyatçıdan duyulması gereken sözleri söylüyor. Bu anlatıyı, biz ilahiyatçılara nasıl bir görev düşüyor gibi algılamak istiyorum.
Hasan Kafalı hocanın konuşmasından ve sürece bakışından, ben de Milay hocanın ifade ettiği gibi etkilendim ve umutlandım. Güncel olanı güncelin paradigmaları ile anlamaya, tanımlamaya ve kendine ve camiasına bir sorun olarak tanıtmaya çalışmak, yaşadığımız fikri çoraklığın içinde çok şey ifade ediyor.
Felsefeci Milay Köktürk hoca, yapay zeka çalışmalarının varabileceği noktaya işaret ederek sorusunu sordu. Teknolojinin, insan beynini bir algoritma olarak, yani kişinin yaşadıklarını ve olaylar karşısındaki tepkilerini formatlayarak, bir robota aktarması ve kişinin ölümünden sonra bu robota yüklenen algoritma sayesinde davranışsal varlığını sürdürebilme ihtimaline ne diyoruz diye sordu. Hakikaten ürkütücü bir durum ve cevaplanması zor bir soru. Bu zor sorunun bendeki karşılığı şöyle;
Benim gibi 60 yaşında olanların dünyaya en güzel zamanda geldiklerini düşünüyorum. Basit bir şekilde tanımlamam gerekirse kalorifer ve klima konforuna sahip, tüm ihtiyaçlarımızın elimizin altında olduğu evlerimizden, aynı konfora sahip arabalarımıza binip işyerimize geliyoruz; ihtiyaç bulunan bir alanda meslek icra ederek bir kimlik ortaya koyuyoruz; elimizdeki telefon ile dünyanın her tarafında dolaşabiliyoruz. Şimdi tarihi bir asır geriye sardığımızda gündelik hayatımızı bi hayal edelim ki ne demek istediğim anlaşılsın. Elbette ki halen o koşullarda yaşayan insanlar da var ama biz tartışmayı insanın gelişimi ve varacağı noktayı konuştuğumuz için o durum bahsi diğer.
Şimdi yukarıda anlatmaya çalıştığım dijital dünyayı, gelişmeler bakımından fazla değil bi çeyrek asır kadar ileri saralım. Ben müthiş parlaklıkta bir ışığın gözümüze doğru tutulduğunu ve bu ışığın karanlığında kaybolacağımızı görüyorum. Yaşımız itibari ile biz o günleri yaşamayacağız. Şimdi biz o günleri yaşamayacak olmanın konforunu yaşamak ile neslimiz için kaygılanmak arasında bir ikilemdeyiz. Kaygı tedbiri beraberinde getirir. Madem ki sohbetimizin konuşmacısı ilahiyatçı idi, oradan yani bu süreçte dinin muhtemel fonksiyonu ve konumu üzerinden devam edelim;
Sosyal medyada yani dijital dünyada din ve diyanet üzerine tartışmalar yapılıyor. Belki bana öylesi denk gelmiştir ama benim gördüğüm şu ki; din adına konuşanlar bi takım cemaat ve tarikat ehli olan kişiler. Sanki cemaatlerinin kapalı sisteminde, cemaat ehline konuşur gibi paylaşımlarda bulunuyorlar. Öyle ki, insanları dinden soğutmak için özel bir yöntem üzerine çalışılsa, bu paylaşımlar dışarıda bırakılmaz. Birisi bu hocalara söylemeli, din bilmek yetmez; psikoloji, felsefe, sosyoloji bilmek, iletişim dersleri almak ve empati yapabilmek lazım.
Buna karşılık ateistler ise dersine nispeten iyi çalışarak genç dimağları, şüphe içinde olanları, dinin kıyısında dolaşanları etkileyebiliyorlar. Ayet ve hadisleri bağlamından ve anlamından koparan bir çeviri mantığı ile absürt anlamlar ortaya çıkarabiliyorlar. Şahsım adına konuşmam gerekirse, az bir okuma ile anlam kaymalarını keşfedebiliyor ve eleştirimi getirebiliyorum. Ama ne yazık ki bu mecrada akademik ilahiyatçıları göremiyoruz. Ateistin ikna edilemeyeceği gibi bir tespitten hareketle nafile çabanın faydası yok görüşüne katılmıyorum. Tweet aleminde paylaşımlar ve muhataba verilen cevaplar binlerce kişi tarafından görülüyor. Demem o ki söz sadece ateiste söylenmiyor, söyleminden etkilenebilecek birçok insana söylenmiş oluyor.
İnsanın, ahiretin tarlası olan dünyadaki varlığını, vakti saati geldiğinde gönüllü olarak terk edebilmesi, bunun için dünya malına değil gönüllere tamah etmesi yerine; maddi ve manevi varlığını bir yapay zekaya devretmenin çabası içine girdiğini düşünelim. Bu durumdan insan için nasıl bir varlık nedeni çıkabilir. Sonsuzluğu dünyada aramak ile ahirette aramak arsındaki ikilem ortamına hazırlanmayı bireyin sorumluluğuna bırakabilir miyiz. Şu kadarını bilmeliyiz ki vaazlarla varabileceğimiz noktaya dair deniz çoktan tükendi.
Hasılı bir gelecek nesil kaygımız var ise meydanı boş bırakmamak gerekir. Konfor alanımızdan biraz çıkarak kaygılarımıza karşılık gelecek bir gayretin içinde olmamız lazım. Dijital dünya bizi yankı odalarından çıkardı. Bu yeni duruma adapte olup gereğini yapmak görevimiz. Sonuç olarak, naçizane, ilahiyatçıları günümüze çağırıyorum…