Üniversiteler hakkında yazmak bana keyif veriyor.
Gönül isterdi ki, iyi işler olsun onları yazalım; onlar da olur bir gün umarım, ama bugün o gün değil!
Zaman zaman ifade ediyorum, ben bir hekimim, ama aynı zamanda davranış bilimciyim de. Bunu önemsiyorum, çünkü hayatın başka pencerelerinden bakma şansı veriyor.
Geçenlerde okuduğum yazıyı bir başka bakış açısından sizlerle paylaşmak isterim.
Çevreme bakıyorum ve bir sürü ümitsiz, mutsuz, yılgın insan görüyorum. Çok üretken olabilecek insanların üretim yapamadıklarını, iş yeri dışında çok mutlu, kolay iletişim kurulabilen insanların iş yerinde farklı olduklarını, hatta iş yerinden söz edildiğinde bile duygudurumlarının değiştiğini gözlemliyorum. Bazı sosyolojik olayların çok ciddi psikolojik sonuçları olabilir.
Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesinden sonra, Doğu Almanlarda gözlenen bu sendromun yaşamı tehdit etmeyen, ancak ciddi bir travmatik yaşantıdan sonra ortaya çıkan bir durum olduğu ifade ediliyor. İş yerinde haksızlığa uğramak, “mobbing” veya işten gerekçesiz olarak atılmak gibi olaylardan sonra da ortaya çıkan bu sendromda kişilerin duygudurumları normal, iletişim sorunları, depresyon gibi bulguları yok; ancak travma yaşantısı konuşulduğunda veya olayın yaşandığı Şziksel ortama gidildiğinde öfke patlamaları, dikkat dağınıklığı, depresyon ve başka duygudurum bozuklukları yaşanabiliyor. Sendrom ilk kez Almanya’da 1999 yılında tanımlandığı için Almanca adıyla “verbitterung” adını alıyor, İngilizce’ye “embitterment” dilimize de “hayata küsme sendromu” olarak giriyor.
Şimdi gelelim konumuza!
Düşünün, bir doçent adayı sınava gidiyor ve örseleniyor. Hak etmediği bir muameleye veya sonuca maruz bırakılıyor. Başka örnekler de var. Yardımcı doçentler bizim memlekette evin küçük çocuğudur! Öyle fazlaca hakları, hukukları olmaz. Hocaları ne derse odur; bu hoca kısmı da her zaman yunmuş arınmış olmuyor. Örnekler artsın! Çok başarılı ve nitelikli makaleler yapmış insanlar kadro bekliyor, ama öte yandan eli kalem tutmayan adam profesör oluyor. Makale yazıyorsunuz, sizi ikna ediyorlar “Onun adını yaz, bunun adını yaz, benim adımı yaz.” diye. Yıllar geçiyor, bakıyorsunuz ki yazıyı sanki siz değil de başkası üretmiş. “Sen aptal mısın be kardeşim? Emeğini başkasına sundun. Yıllarca emek veriyorsun, bakıyorsun ki, sanki oturan sensin çalışan başkası! Aaaa yeter ama!”
İşte tüm bunlar travma oluşturuyor. Yazı yazarken eliniz ayağınız titriyor. Ne kadar çalışırsan çalış, parsayı toplayan hep başkaları. Çalışan çalışmayan, bilen bilmeyen bir. Çok çalış, az kazan! Birileri yolunu bulsun her şeyin. Yazarken fena oldum! Taşikardim oldu, soğuk soğuk terliyorum. Gözümün önüne “mobbing”cilerim geliyor. Derin nefes! Yoksa bende de hayata küsme sendromu mu var?
Kanaatim o ki, hayata küsme sendromu bu topraklarda yaşayan insanların çoğunda var. Hasta diyor ki, “Hastaneye gitmek bile beni hasta ediyor!” Doktor diyor ki, “Artık hasta görmeye dayanamıyorum!” Diğeri diyor ki, “Artık çalışmak gelmiyor içimden, çünkü adalet yok!” Sokaktaki adam diyor ki, “Memlekette daha rahattık; göçtük buralara, bir de itil kakıl!”
İşte, “Hayata küsme sendromu bu!” Yazı bilimsel olmadığı için mazur görünüz, dili de bilim dili olmadı elbette.
Şimdi gelelim esas meseleye! İnsanları canından bezdirirseniz, ne yapacakları çok da bilinmez. İşte bugünlerde olduğu gibi, herkes üniversitelerde halinden şikâyet eder. Bıkkın, küskün, canından bezmiş halde üretmez, üretemez. Eğer bir yerde adalet yoksa her şey bitmiştir. Ne zaman oldu ki bizim buralarda adalet? Ben pek görmedim. Bu da demek oluyor ki; emek gereken değeri görmezse, sadece sadakat ödüllendirilirse, liyakatten vazgeçilirse elbette insanlar hayata küserler. Adam kayırmacılık sürerse, küçüklü büyüklü çıkar çeteleri insanların üstüne çullanırsa…
Nasılsa bir kısım zaten kayırma ile iş başında, iş yapma ihtimali olanlar da hayata küserse…