“İnsan olmak, ne din işidir, ne eğitim, ne para. İnsan olmak sadece vicdan işidir” cümlesi bilinçli olarak kurgulanmış/hazırlanmış, Yüce Allah’ı sevmeyen, O’nun dünyaya müdahalesini istemeyen, din ile arasına mesafe koyan, keyiflerine göre bir hayat yaşamak isteyen “hümanist, agnostik, deist, ateist, nihilist, natüralist, hedonist vs.” kimselerin ürettiği, yaygın hale getirdiği alıcısı bol olan bir söylemdir. Bu palavraya hiç düşünmeden anında inanan ve hemen dolaşıma sokan müslümanlar da maalesef azımsanamayacak kadar çoktur.
Oysa Yüce Allah, yarattığı kullarından “insan olmalarını” değil, “mütakkî/muhsin/muslih/muhlis/sadık/salih birer mü’min olmalarını” istemiş ve bunu nasıl başaracaklarını da gönderdiği kutsal kitaplar ve peygamberler aracılığıyla bildirmiştir. Dolayısıyla mesele “insan olmak” meselesi değil, “inanan ve şükreden bir kul olmak”, böylece Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak meselesidir.
Nitekim Yüce Allah, Hz. Nûh hakkında “Ne iyi bir insandı!” dememiş “Ne kadar da çok şükreden bir kuldu!” demiştir.[1] Hz. Dâvud hakkında “Ne iyi bir insandı!” dememiş “Ne iyi bir kuldu, daima Rabbine yönelirdi!” demiştir.[2] Hz. Eyyüb hakkında “Ne iyi bir insandı!” dememiş “Ne iyi bir kuldu, daima Rabbine iltica ederdi!” demiştir.[3] Aynı şekilde Hz. İbrahim hakkında da “Ne iyi bir insandı!” dememiş, “Ne kadar çok merhametli, şefkatli bir kuldu, daima Rabbine yönelirdi!” demiştir.[4]
Görüldüğü üzere Yüce Allah, kullarından “iyi bir insan” olmalarını değil “sabreden, şükür eden, sorumluluklarının bilincinde olan, kendisine yönelen, O’nu hakkıyla takdir eden kâmil muttakî mü’minler” olmalarını istemiştir/istemektedir.
Nitekim İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy da; “Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır. Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır” derken “irfana” veya “vicdana” değil “takvâya (sorumluluk bilincine)” vurgu yapmıştır.
Şurası bir gerçektir ki “iyi mü’min” olmak, öyle “vicdanla” elde edilecek bir şey değildir. İyi mü’min olmak, Yüce Allah’ın koyduğu ölçülere uygun davranmakla, son hak din İslâm’ı doğru öğrenmekle, onun ilke ve amaçlarını içselleştirmekle, dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koymakla mümkün olabilir. İddia edildiği üzere “iyi insan olmak” Kur’ân ve sünnetten hiçbir delile dayanmayan, aydınlatıcı ve yol gösterici bir rehber olduğuna dair elde hiçbir bilgi/belge/kanıt olmayan “vicdanla” başarılacak bir şey değildir.
Nitekim her insanın nefsine kodlanmış fucûr programı (kötülük yapabilme özelliği/ donanımı/potansiyeli) ve takvâ programı (iyilik yapabilme özelliği/donanımı/potansiyeli) vardır. Bu programlardan hangisine yatırım yapıp tezkiye edeceği (geliştireceği, besleyeceği, büyüteceği, ilerleteceği, çalıştıracağı) kişinin kendi elindedir/iradesindedir. Şeytan, her zaman ve her fırsatta insanoğlundan fücûr programını aktive etmesini ister; bunun için ona ilginç öneri ve tekliflerde bulunur. Ama insanoğlu bütün bunlara rağmen İblis’i değil de ruhunda bulunan psikonlarından sadece biri olan ve zihinsel atıklarla henüz kirletilmemiş/bozulmamış “vicdanının sesini/melekânî sesi” dinlerse takvâ programını (iyilik yapabilme özelliğini) kısmen harekete geçirebilir ve böyle bir insan “agnostik, deist, ateist, nihilist, natüralist, pozitivist vs.” olsa da ara sıra bazı iyi/güzel şeyler yapabilir.
Ancak bu, onun Allah katında “iyi kul” olduğu anlamına gelmez. İnsanların çoğunluğunun ona “iyi insan” demeleri sonucu hiçbir şekilde değiştirmez. Zira Allah Teâlâ “iyi bir insan” olmamızı değil “iyi bir mü’min” olmamızı ve O’nun rızasını kazanacak davranışlar yapmamızı ister. Kaldı ki Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmada ölçü, “vicdanın rehberliği” değil, “İslâm’ın kılavuzluğudur.” İslâm’ın ortaya koyduğu temel kaide ve kurallardır. İnsanı Allah katında değerli/haysiyetli/saygın yapan, sağlıklı tefekkür sonucu ulaştığı tahkîki imanı, teslimiyeti, sadakati ve Yüce Allah’ın emir ve nehiylerine bağlılığıdır.
Dolayısıyla yapılması gereken her insanın ruhunda bulunan vicdanını dinin/İslâm’ın ilkelerine göre geliştirmesi/şekillendirmesi, onu şeytanın ve şeytanlaşmış insanların telkin, tavsiye, ayartma ve yönlendirmeleriyle bozmaktan, kirletmekten, taşlaştırmaktan, uyarı/ikaz görevini yapamaz hale getirmekten kaçınmasıdır. Kaldı ki vicdanın “inkâr, isyan, şirk ve küfürle” taşlaştırılması/bozulması/çürütülmesi halinde hiçbir işe yaraması da söz konusu değildir. Zira vicdanını taşlaştırıp işlemez hale getiren birisi kötülük yaptığında kalbinde hiçbir acı, üzüntü, endişe duymaz. Çünkü yaptığının yanlış olduğunu ona söyleyecek vicdanını taşlaştırmış, katılaştırmış, karbonlaştırmış ve nihayet işlevini/görevini yapamaz hale getirmiştir.
Bununla beraber ister taşlaştırılmış/sesi boğulmuş isterse taşlaştırılmamış/sesi boğulmamış olsun “vicdan” asla ve kat’a “gerçek dinin/İslâm’ın” yerini tutamaz. Çünkü vicdanın doğru düzgün çalışıp uyarı görevini yapabilmesi ancak ve ancak Kur’ân ve sünnetin rehberliğiyle geliştirilmesi ve salih amellerle desteklenmesiyle mümkündür.
Diğer taraftan henüz tam olarak taşlaşmamış/bozulmamış vicdanının sesini dinleyen ve iyilikler yapan bazı hakikat inkârcıları “yaptıkları iyiliklerin karşılığını” bu dünyada alır. Ancak Allah’a ve ahiret gününe iman etmedikleri için söz konusu güzel davranışlar ahirette onlara hiçbir fayda sağlamaz; amelleri boşa gider ve böyle biri derece derece olan cehennemde “daha hafif bir azapla” karşı karşıya kalabilir. Zira bütün kâfirler eşit derecede olmadıkları için azapları da farklıdır ve hepsinin cezası da aynı şiddette değildir. (Nitekim mü’minler de eşit derece olmadıkları için ödülleri farklıdır; dünyadaki çabalarına göre gidecekleri cennet de derece derecedir ve herkes hak ettiği seviyedeki cennete gidecektir.)
Dolayısıyla “iyi insan olmanın” ölçüsü hiçbir şekilde “vicdan” değildir. Tekrar ifade edelim ki insanlardan istenen “iyi insan” olmaları değil “iyi mü’min” olmalarıdır. İyi bir mü’min olmak ise “vicdan” işi değildir. İyi mü’min olmak, “tahrif edilmemiş din” işidir; “doğru anlaşılıp uygulanan İslâm” işidir, kaliteli bir eğitim ve öğretim işidir; şeytanı ve şeytanlaşmış insanları iyi tanıma, kapasitelerini bilme, onları etkisiz hale getirebilecek donanıma sahip olma, bunu geliştirme/ilerletme/güncelleme/yenileme (tezkiye), nihayet muttakî/muhsin/muslih/muhlis/salih/sadık bir mü’min olma ve böylece Allah Teâlâ’nın rızasını kazanma işidir.
İnsan ruhunun psikonlarından biri olan vicdanı yaratan Yüce Allah’tır. Ancak sadece bu vicdanın sesini dinlemek hiçbir zaman yeterli değildir. İslâm’ın rehberliğiyle geliştirilmeyen bir vicdan insanı bu dünyada gerçek anlamda mutlu edemez ve ahirette de ebedi azaptan kurtarmaya yetmez. Zira tek başına vicdan, insanoğluna dünya ve ahiret mutluluğunu kazandıracak yeterli bilgiyi sunamaz, ona rehberlik/kılavuzluk edemez. Kur’ân ve sünnet ışığında emek verilerek özenle geliştirilmeyen “vicdan yetisi/psikonu” bozulur, taşlaşır, katılaşır, çürür ve nihayet yok olur. Bir başka ifadeyle “melekânî ses” de diyebileceğimiz “vicdan” artık duyulmaz olur. Kendisi gider adı kalır; böyle bir vicdan insana hiçbir şekilde doğru yolu (hidayeti) gösteremez.
Şurası iyi bilinmelidir ki, “vicdan” asla “dinin/İslâm’ın” alternatifi değildir ve olamaz. Vicdanı dine alternatifmiş gibi sunmak iyi niyetli bir yaklaşım değildir. Eğer vicdanla her şey halledilecek olsaydı, peygamber ve kitap göndermeye gerek kalmaz, herkes vicdanının sesini dinler, şeytanını yener ve böylece “iyi bir kul” olurdu. Demek ki şeytanı ve şeytanlaşmış insanları yenebilmek için “vicdana” değil “kutsal kitaba, o kitabı açıklayan örnek/model mü’min bir peygambere (sahih sünnet)” ve bu iki kaynağın rehberliğinde aklıselimi kullanarak “muttakî mü’min” olmaya ihtiyaç vardır.
Sonuç olarak “iyi mü’min olabilmek”, hiçbir zaman “vicdan” işi değildir; aksine iyi mü’min olmak “doğru anlaşılan ve uygulanan İslâm” işidir. Son hak din İslâm’ın yol gösterici ilkelerine uygun hareket etmeyen kişi “iyi mü’min” olamaz. Böyle biri Allah’a ve ahiret gününe iman etmediği ve yeniden diriliş gününe (ba’se/kıyama/ahirete) inanmadığı için de Yüce Allah’tan cenneti isteyemez. Zira bu dünyada her insanın en önemli vazifesi Yüce Allah’ı arayıp bulmak, O’nu tanımak, O’na iman etmek, O’na kulluk etmek, O’nun rızasını ve mağfiretini kazanacak salih amellerde bulunmak ve cenneti hak/elde etmektir. (10.07.2009)
[1] el-İsrâ 17/3.
[2] es-Sâd 38/17, 30.
[3] es-Sâd 38/44.
[4] Hûd 11/75.
1 yorum
Değerli Ahmet Emin Bey, ben de öyle düşünenler kafasında olanlardandım. Ama bu yazı ufkumu açtı, bakış açımı 360 derece değiştirdi….Gerçekten de öyle……Vicdan sahibi olmak iyi bir KUL olmak anlamına gelmiyor…. Allah’a yakışan bir kul olmak…
yazınızı çokkk beğendim….Allah razı olsun