Gündemdeki yardımcı doçentlik ve yabancı dil sorunu tartışmalarına farklı yaklaşım
Ben oldum olası, atmış seneyi aşkın bir eğitim-öğretim hayatım boyunca, eğitimin mutlaka, ama mutlaka insanların kendi anadilleri ile olmasının gerekliliğine inanan ve savunan bir kişiyim. Dört-beş yabancı dili bilmeme ve rahatlıkla okuyup yazma ve her platformda tartışabilecek ve tezimi ve görüşlerimi savunabilecek derecede konuşabilmeme rağmen, yine de, mimiklerimin, duygularımın, vurgularımın ve espirilerimin, anadilimde olduğu gibi, bir başka dile yeterince ifade etmemin mümkün olmadığının bilincindeyim.
Ancak, özellikle hem akademisyenlerin hem de bilim insanlarının, kesinlikle bir, hatta iki-üç yabancı lisanı çok iyi derecede bilmelerinin gerekli olduğunu, devamlı surette, kitaplarımda ve makalelerimde yazdım, konferans ve TV programlarımda dile getirdim, ve bunun için öğrencilerimi ısrarla teşvik ettim.
2547 sayılı Üniversite Kanununun belirlediği hükümler çerçevesinde, bu problemin tamamiyle çözülebileceği kanaatinde değilim. YÖK Kanunu ile birlikte başlayan bu ciddi süreç, zamanla daha kolay bir yola yönlendirilmiş ve son dönemde, daha da kolaylaştırılarak, nerede ise “gereksizmiş”, “olmasa da olur!” gibi bir zehaba sokulmuştur.
Bu husustaki özgür ve samimi düşüncem, seksenli yıllardaki uygulama gibi, sınavlara kesinlikle “interwiev” aşamasının da ilave edilmesi ve geçer notun en az 70-75 olmasından, asla taviz verilmemesidir.
Evet. Yardımcı Doçentliği tartıştığımız bu günlerde, doçentlik hazırlıkları içerisindeki genç akademisyenlerin, yabancı dil barajını geçebilmek için çok zaman ve efor sarf ettikleri doğrudur. Ancak bu problem kesinlikle “Doktora” öncesi dönemde halledilmesi ve başarılması gereken bir husustur. Zira, bu doktoranın ciddiyetini ve sihhatini de etkiler. Uydur-kaydır master-doktoraların(!), makalelerin(!) ve pâyelerin-ünvanların(!) nelere mâl olduğunu, zaman zaman hissediyor ve uluslararası bilim camiasındaki yerimizi nasıl kötü yönde etkilediğinin acısını yaşıyoruz.
Bu “yabancı dil probleminin” halledilmesi için yıllardan beri, Üniversite-Devlet Bütçesinden büyük bir mâli yüke katlanılarak, öğrenciler yurtdışına gönderilmiş, ancak kâfi derecede başarı sağlanamamıştır. Kendi hayatımdan da tecrübeli olduğum sebebi ile, bu uygulamanın da kesinlikle karşısında olduğumu, yıllardan beri resmî, akademik ve idârî toplantılarda dile getirmiş ve itirazlarımı ve delillerimi ifade etmişim.
Bir yabancı dili öğrenebilmek için, her zaman yurtdışına gitmenin, bunca döviz kaybının gerekli olmadığına inanıyorum. Hatta, kendi ülkemizde, kendi üniversitemizde ve kendi evimizde bunu rahatlıkla başarabileceğimiz kanaatindeyim.
Kendi hayatımdan örnek vermem gerekirse; doçentliğe müracaat aşamasında gerekli yabancı dil imtihanı için, Okul Öncesi, İlkokul, Ortaokul ve Lise dönemimden beri, Fransızca dahil bir kaç dil bildiğim halde, İngilizceden imtihanlarda başarısız olan bazı arkadaşlarımla girdiğimiz tartışmalarda, bana Fransızcanın kolay olduğu ve bu sebeple benim bu imtihanı rahatlıkla geçebileceğim imasında bulunmaları sonucu gururuma(!) yediremeyerek, o zamanlar bilmediğim bir lisanı, “İngilizce”yi tercih etmiştim. Ancak, hiç bir yere gitmeden, sadece ve sedece kendi gayretimle, Fakültedeki ve Kliniğimdeki eğitim ve öğretim görevimi de hiç aksatmadan, özellikle evde Türkçe konuşmayı da yasaklayarak bu işi, üç-dört ay gibi kısa bir sürede çözümlemiş, ve zamanımızdakilerle asla mukayese kabul etmeyen zorluktaki sınavı çok yüksek bir puan alarak başarmış, o arkadaşlarımı şaşırtmış, hatta gerçekten ben İngilizce’den mi, yoksa Fransızca’dan mı bu çok yüksek notu aldım diye, gelip başarı belgemi inceleyip meraklarını giderme ihtiyacını duymuşlardı.
Bu inadım(!), sadece benim İngilizce öğrenmeme sebeb olmamış, biri halen Profesör, birisi doktora aşamasında yüksek mühendis ve bir diğerinin de mühendis ve iş kadını olan üç çocuğumun ve eşimin de İngilizce öğrenmesine vesîle olmuştur.
Şimdi, “Senin Tuzun Kuru!” diyenler olabilir. Ancak, aksaklıkları ve özellikle yurtiçi-yurtdışı ilmi-sosyal toplantılarda bazılarının düştüğü durumu gören ben, bu husustaki görüş ve çözüm önerilerimi, Ülkemizin, Devletimizin, Milletimizin, Akademisyenlerimizin, Üniversitelerimizin, insanımızın ve hatta tüm insanlığın bekâsı ve bilimin haysiyet ve onuru için dile getirmeyi bir görev ve borç olarak telakki ediyorum.
Haaa…
Anadilimiz Türkçe mi? Yürekler acısı!
Tabii ki önce Türkçe’dan okkalı bir imtihan gerektir!
Vesselâm…
Mûtat olduğu üzere, işte son günlerde kaleme aldığım bir rubâî…
BU GECE
(Mef’ûlü, Mefâîlü, Mefâîlü, Feûl)
Ey Sevgili! Hicrânımı dindir bu gece,
Bağrındaki vuslatla, sevindir bu gece,
Doğsun yine sînemde, sabâhın güneşi,
Mızrâbını rûhumda gezindir bu gece.