Ahlaki değerler bize dürüstlük, doğruluk, nezaket, yardımseverlik, şefkat, sevgi, başkalarına saygı, çalışkanlık, işbirliği, bağışlayıcılık gibi iyi erdemleri öğreten şeylerdir. Bu ahlaki değerlerin karşısında günah kategorisi içinde değerlendirilen yalan, “doğruluğun (sıdk) karşıtı, bir konuda gerçeğe aykırı haber veya bilgi vermek, söz vakıaya uygun olmamak” diye tanımlanmaktadır. Dinlerde günah olarak kabul edilen yalan, ‘gerçeği gizlemek, birini aldatmak amacıyla bilerek gerçeğe aykırı söz söylemektir. Yalan, insanlar, toplum ve ülkeler arası ilişkilerde güvensizliğe yol açan bir davranıştır. Tüm dinlerde kötü görülen ve insanın haysiyet ve onurunu küçülten olumsuz bir tutum olarak kabul edilmektedir.
Kişileri yalan söylemeye iten birçok sebep vardır. Bunlar; korku, menfaat elde etme, kişiler arasında veya toplumda kargaşa ve kavgaya sebep olma veya kendisine dokunulacak zarardan korunma amacıdır. İslam’da aralarında geçimsizlik bulunan eşleri barıştırmak, savaş sırasında düşmanı şaşırtmak, insanlar arasında husumeti önlemek dışında (Müslim, ‘Birr’,101; Tirmizi, ‘Birr’,26) yalan yasaklanmış ve İslâm dini tarafından büyük günah olarak kabul edilmiştir. Yalan, Kur’ân’ın “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin.” (Ahzab, 33:79) buyurarak kesin olarak yasaklanmış, doğruluk kesin bir emir ile ifade edilmiştir. Yahudilikte on emir içinde ‘Yalan şehadette bulunmayacaksın.’ olarak ifade edilip yalancı şahitlik büyük günah olarak kabul edilip ve yasaklanmıştır Yahudilik ve İslam’da olduğu gibi Hristiyanlıkta da günah kategorisi içinde yalan meselesi önemli bir yer tutmuş ve Hıristiyan ilahiyatının en temel meselelerinden biri haline gelmiştir.
İlk günah, aslî günah konusu ilahî dinlerin hepsinde aynı kaynağa dayanıyor olsa bile, yorum ve algılayış açısından farklılıklar barındırmaktadır. Burada, tüm ilahî dinlerde ortak olan husus, ilk günah inancının Hz. Adem ve Hz. Havva ile başlamış olmasıdır. Burada şeytanın yalanlarla yanlış yönlendirmesi bunun temel ve ilk örneği olarak kabul edilmektedir. Günah, Hz. Âdem’den bu yana, insanlık tarihi boyunca hayatiyetini koruyan din ve inanç konusu kapsamında yer alan en önemli bir kavramdır. Çünkü bu kavram dinin belirlediği sınırları ve özgürlükleri belirlemekte, daha geniş anlamıyla o dinin mensuplarının yaşamları içerisindeki özgürlüklerini ve bu özgürlüğün bittiği noktaları ortaya koymaktadır. Dolayısıyla günah konusu tüm dinler için önemli bir bağlantı noktası olmaktadır.
Yalan söyleme kronik hale gelince Mitomani yani yalan söyleme hastalığı olarak değerlendirilir. Günümüzde toplumda ve uluslararası ilişkilerde hastalık düzeyinde olan yalan, özellikle sosyal ve yazılı basındaki yalanlar, yalan haberler, devletlerin bunu menfaatleri doğrultusunda bir silah gibi kullanması ülke ve dünya çapında onarılması zor yaralara yol açmaktadır. Ülkemizde yıllarca sol-sağ, Alevi- Sünni, Türk-Kürt çatışmaları yalanlar üzerine kurulu kurgularla vuku bulmuş, binlerce masum canımızın suçsuz yere toprağa verilmesine sebep olmuştur.
Dünya tarihine ve günümüze baktığımızda kişi, toplum ve devletler arasındaki ilişkilerde yalan ve yalan üzerine kurulu ilişki ve politikalar ciddi manada kan, gözyaşı ve huzursuzluğa yol açtığı görülmektedir. Bu ahlaki değerlerin çiğnenmesi bazen bazı alanlardaki etkileri kısmi zararlara yol açarken, genelde büyük felaketlere, savaşlara, işgallere yol açmıştır. Tarihte ve günümüzde güçlü devletlerin kendi uydurdukları yalanlar ile istedikleri ülkeleri işgal etmekte, kan dökmekte, yer altı ve yerüstü zenginliklerini kontrol etmektedirler. Bu yalan sonucu milyonlarla insan öldürülmekte, yerleşim alanları tahrip edilmekte ve ciddi sonuçlara yol açmaktadır. Yine devletlerin iç politikalarında bu ahlaki değerler çiğnenip ülkenin bütünlüğüne zarar verecek düzeyde zararlara yol açarken, toplumlar içinde veya arasındaki etkisi ile yıllar süren kan davalarına, küskünlüklere ve huzursuzluklara yol açmaktadır. Bırakın diğer ülkelerdeki değerlendirmeleri kendi tarihimizde bile bunun ciddi etkilerini görmekteyiz. Bireysel olarak milyonlarca örneğinin bulunmasının etkisi sınırlı iken, devlet yönetimi bazındaki etkisi yıkıcı olmaktadır.
Kadim tarih tanıktır ki her savaş, her çatışma ve ihtilaf bir yalanla başlamıştır. Muharebe meydanları, egemen sınıfın yalanlarıyla galeyana gelen, marşlar ve çiçekler, şatafatlı törenlerle savaşa gönderilen, çoğunluğu ezilen ve sömürülen sınıflardan genç insanların kemikleriyle doludur hâlâ. Çoktan çürümüş cesetleri bile işe yaramaktadır: “Kahramanlık türküsü” yalanlarının nesnesi olarak! Zihinlerini esir alan milliyetçilik vebası, emeğinden başka satacak hiçbir şeyi olmayan genç kitleleri katil sürüsüne dönüştürmüştür, resmi veya resmi olmayan tarih ile bu yalanların üstü gerçekleri gizleyecek şekilde örtülmüştür.
Yakın tarihe bakmak bunun için yeterlidir. NATO’nun Yugoslavya’ya yönelik saldırı savaşına katılmak isteyen Alman egemenleri, hem de sosyal demokratların ve pasifist (!) Yeşillerin ağzından, “yeni Auschwitz” söylemine sarılmıştı. Daha NATO bombardımanlarının dumanları dağılmadan bu söylemin koca bir yalan olduğu ortaya çıkmıştı. Ama olsun, ne de olsa 1990’a kadar sistem alternatifine cephe ülke olunması nedeniyle savaşlara doğrudan katılamayan Alman sermayesinin kana olan susuzluğu bir nebze giderilmişti.
ABD emperyalizmi 11 Eylül saldırılarını gerekçe göstererek 2001’de Afganistan savaşı ve işgalini başlattığında, yine yalana başvuruyordu. Zamanında CIA tarafından eğitilen, finanse edilen ve silahlandırılan Taliban baş düşman ilân edilmiş, “teröre karşı topyekun savaş” yalanıyla emperyalist müdahale savaşlarına yeni bir ivme katılmıştı.
Daha sonra Irak’a saldırılmadan önce kitle imha silahları yalanı yaygınlaştırılmış, BM Güvenlik Konseyi’nde dünya kamuoyunun gözüne baka baka söylenen yalanlarla, BM Şartına aykırı savaş ve işgal harekâtı başlatılmıştı. Aynı şekilde Fransa öncülüğünde NATO üyelerinden oluşan bir koalisyon Libya’da sözde İslamist çetelerin hava kuvvetleri sıfatıyla bombardımanlara başlamadan önce de kitle imha silahları yalanlarına başvurulmuştu. Yalanlar önce gerçeği, hemen ardından on binlerce insanı katletmişti. Demek ki “yalandan ölen mi var” deyiminin kendisi yalandır. Yakın tarihe baktığımızda, İspanyol-Amerikan savaşı ve USS Maine vakası, Mukden Vakası ve Mançurya’nın İşgali, Vietnam Savaşı’na giden yol: Tonkin Körfezi Olayı, Körfez Savaşı’na doğru: Nayirah’ın tanıklığı en canlı örnekleri olarak karşımızda durmaktadır.
Arap Baharı sonucu Suriye’nin bir savaş ve terör örgütlerinin eğemen olduğu bir alana dönüştürülmesi tamamen yalan üzerine kurgulanan olaylar sonucudur. En son İsrailin dünyayı yanıltıp Gazzeyi işgal edip soykırım yapması, 15 bini çocuk olmak üzere kısa sürede soykırıma yol açarak 35 bin üzerinde insanın ölümüne yol açması bu yalan politikaların bir sonucudur.. Bütün bunların arka planında dünyaya inandırılmış bir yalanın olduğunu ve bunun ne ilk ne de son örneği olduğunu göstermektedir.
Yukarıda anlatılan örnekler de yalanların savaşın arka planında yatan esas etmenler olduğunu söylememiz doğru olmaz. Ancak savaşın meşruiyetinin tartışmalı olduğu anlarda veya kitlelerin desteğine duyulan ihtiyacın arttığı zamanlarda siyasetçilerin veya ordu içerisinden isimlerin bu tarz yöntemler izlediğini görmek mümkün.
ABD’nin yukarıda saydığım benzer yalanlarla benzeri ülkelere “demokrasi getirmeyi” amacıyla işgal etmesi büyük bir yıkım ve kargaşa bırakmış, milyonlarca ölüme yol açmıştır. Arka planda Yeni Dünya Düzeni projesi olup farklı yalanlarla hedeflerine çok rahat bir şekilde yalanlarla ulaşmaktadırlar. Yine günümüzde
Batı kendi insan ve ülkelerinin menfaati söz konusu olduğunda her türlü yalanı mubah görmekte ve bunu oluşturdukları yalan senaryolarla görsel altyapısını oluşturup tüm dünyayı inandırmakta ve amacına ulaşmakta ve sonrasında ‘böyle zannettik’ deyip özür dileme zahmetinde bile bulunmamaktadır. Ama işgale, kan ve gözyaşı döktürmeye, bütün zenginliklerini işgal edip kullanmaya devam etmektedir. Bu kan ve gözyaşı ve topraklar İslam coğrafyası olunca nedense hep mubah görülmektedir. Yalanlar çoğu zaman gazetecilerin araştırmaları sonucunda veya gizli belgelerin olayların üzerinden belirli bir süre geçtikten sonra halka açıklanması neticesinde açığa çıkıyor. Bu durumun siyasi aktörlerin gelecekteki hamlelerine duyulan güveni önemli ölçülerde etkileyebildiği ise kolayca gözlemlenebiliyor. Avrupa’nın ortasında Bosna’daki soykırımı da, Afrika’daki soykırımlarda, Doğu Türkistan’daki katliamlarda da aynı yöntem izlenmektedir.
Batı veya diğer tabirle egemen güçlerin elindeki en büyük silahları yalandır. Platonun bu anlamdaki yaklaşımının ruh halini bu devletlerin ana politikası haline geldiğini görmekteyiz. Yalanlar sadece uluslararası ilişki veya sahada değil devletlerin iç siyasetinde de görülmektedir. Platon, Devlet’inde yurttaşlardan ve insanlardan “özü, sözü bir olmalarını,.. bile bile yalan söylememelerini, yalandan tiksinip doğruyu sevmelerini.” istemektedir. Fakat diğer yandan “gerçek” ve “yalan”ı birleştirerek “gerçek yalan”ın da yararlı olabileceğini savunmaktadır. Platon’un devlette yalana yer vermesinin amacı, devletin bütünlüğünün ve toplumun varlığının teminatı konumundaki koruyucuların ve yöneticilerin iyi bir şekilde yetişmelerini sağlamaktır görüşü farklı tartışmalara yol açmaktadır. Bir bakıma kamusal alanda faydalı bulmaktadır. Kutsal yalanlar devletler tarafından her dönem kullanılan şifa kabilinden ilaçlardır. Platon, yöneticilerin, belli eğitimden geçen “dokumacı filozof”ların, azınlık da olsalar devleti yöneten kişiler olmaları gerektiğine inanır. Yalandan, riyadan nefret eden bu filozoflar, yeri geldiği zaman devletin mutluluğu için yalan söyleyebilirler. Yalanlar çoğu zaman gazetecilerin araştırmaları sonucunda veya gizli belgelerin olayların üzerinden belirli bir süre geçtikten sonra halka açıklanması neticesinde açığa çıkıyor. Bu durumun siyasi aktörlerin gelecekteki hamlelerine duyulan güveni önemli ölçülerde etkileyebildiği ise kolayca gözlemlenebiliyor.
Sonuç olarak; İsterseniz buna Yeni Dünya düzeni deyin, demokrasi deyin, insan hakları veya terör saldırıları deyin, egemen güçlerin bu yalanlarının insanlığa en büyük armağanı kargaşa, katliam, işgal, gözyaşı ve kan olmuştur. Bir gün bütün yalanların net bir şekilde ortaya çıkacağına şahit olacağız ama alınan canları bozulan huzuru, yıkılan şehirleri geri getiremeyecektir. Sadece kocaman bir ‘ahhhhh!’ olarak bir mırıltıdan öteye tepkisi olmayacaktır. Dünya yalan üzerine beslenen bir politikanın değil hak ve adalet üzerine kurulu bir politikanın benimsenmesi ile huzur bulacaktır. Maalesef bu huzuru batı değil kadim bir medeniyetin yalanları üzerine kurgulanmamış temsilcileri tarafından ancak sağlanabileceğine inanıyorum.
1 yorum
Kelamınıza ve kaleminize sağlık.