Epey zamandır yalnızlık, gündelik sohbet ve konuşmalarda üzerinde hüzünlü bir muhabbet geliştirilen bir başlık. Yaşım gereği en azından 1980’lerden itibaren Türkiye’nin değişim serencamı göz önüne alındığında, yalnızlaşma adım adım yoğunlaşan fakat insanlığın pek de farkına varmadığı bir felaket olmaya doğru yol alıyor. Özellikle pandemi günleri yalnızlığı adeta bazı hayatlar için insanlığa zorunlu ikamet haline getirmiş görünmektedir.
Yalnız kalmak kimi edebiyat yazınlarında yeni ilhamların kaynağı olarak görülür ve hatta bazen ona güzellemeler de yapılır. Kimi zaman gençler, ailelerin baskılarından şikayet ederek yalnız kalmak istediklerini belirtirler. Eski(meyen) anlayışımızda “Halvet Der Encümen” denilen tabir, Hakk’a yaklaşmak için kalben ve zihnen halktan ayrı kalmanın gerekliliğini fakat bunun halktan fiziksel olarak ayrılmadan gerçekleşeceğini bildirir.
Fakat benim betimlemeye çalıştığım yalnızlık daha çok bireysellik-kolektivite dikotomisinde ve bir şekilde ucu “dayanışma”ya çıkan bir içerik taşıyor. Gözlemleyebildiğim kadarıyla sadece bizim toplumumuzda değil, tüm dünyada insanlar arası dayanışma giderek azalırken, bireyselleşme de insanın kendi sınırlarında bir yetkinleşme olmaktan daha fazla bencillik ve “öznel ben”in mutlaklaşmasına doğru koşar adımlarla yol almaktadır.
Dinler çok genel anlamda söylemek gerekirse, kolektiviteden yana tavır alırlar. Kolektivite, daha toplumcu, fedakar, insanlarla beraber hareketi ve topluma dair yükümlülükleri içeriklendiren bir kavramdır. Söz gelimi; İslam komşuluk, akrabalık ve diğer insanlara karşı yükümlülükler düzenlerken, ana cemaat’ten (toplum)dan kopmayı ciddi olarak negatifler. “Hepiniz çobansınız” hadisi bu bağlamda toplumun farklı katmanlarındaki sorumlulukları düzenler. Hiç kimse olup bitenlerden “bana ne” diyemez.
Fakat burada bir yanlış anlamayı bertaraf etmek üzere İslam’ın insan teki olarak ferdi merkeze aldığını, onu kendi yetilerini en üst düzeye çıkarmak üzere seferber ettiğinin altını çizmeliyiz. Zira iman ve toplumsal sorumluluklar ferdi olup, her fert kendi sorumluluğunu üstlenir. Ayrıca her ferdin toplumsal olanı zenginleştirmek üzere katkıda bulunması beklenir. Bu bağlamda fert ile toplum arasında dikotomik nitelikli değil; birbirini besleyen bir ilişkiden bahsedilmelidir.
Burada “birey” ile “fert” arasında operasyonel bir anlam farklılığı gözettiğimi eklemeliyim. Fert, daha çok insan teki anlamına gelirken, birey kavramı Tanrı başta olmak üzere tüm bağlantılardan otonomlaşmış (özerkleşmiş) insanı tanımlar. Dolayısıyla birey, tüm bu bağlantılardan azade olarak kendisini kurgular ki, bu bağlamda kendi yeterliliğini eline almış bir insandan bahsetmekteyiz. Birey kavramı kendi anlamını Aydınlanma düşüncesindeki tanımında bulmuştur. Bu insan bundan sonra Tanrı’dan azade olmuş ve kendine yeten bir içerikle toplumun en küçük ünitesi haline getirilmiştir.
“Birey” kavramı Saint Simon başta olmak üzere ilk sosyologlar ve bu arada Durkheim’ı olabildiğince tedirgin etmiş görünmektedir. Steven Lukes, Bireycilik isimli kitabında Saint Simon’un bireyi bir anarşizm fikriyle bağlantılı olarak ele aldığından bahseder. Durkheim ise birey-toplum (bunu kolektivite olarak okuyabiliriz) dikotomisinde, bireyselleşmenin negativitesini bireyin toplumun yani kolektivitenin bir yansıması olduğunu söyleyerek aşmaya çalışmıştır.
Aydınlanma düşüncesi, Fransız İhtilali, Sanayileşme devriminin ardından başta Fransa olmak üzere Avrupa’da ciddi bir kırılma meydana gelmiştir. Saint Simon başta olmak üzere Comte ve bilhassa Durkheim gibi erken dönem Fransız sosyologlarının temel problemi, gittikçe ayrışan bir toplumda eskiden dinin sağladığı birliğin şimdi nasıl sağlanacağı üzerinedir. Durkheim dinlerin kaynağının toplum olduğunu ileri sürerek, neredeyse toplumsalı (kolektiviteyi) bir Tanrı olarak içeriklendirmiştir. Kendisi bir ateist olmasına rağmen Durkheim, dinin birlik ve düzeni sağlama noktasında en önemli olgu olduğunu kabul etmiştir. Bu bağlamda Durkheim’ın anahtar kavramlarından başta geleni “dayanışma” (solidarity)dır.
Bireyselleşme bugün insanı kendi labirentlerine çekilmiş monadik (Leibniz’in monadları) bir varlık haline getirmiş, kolektiviteye “kırsallık” imajını yükleyerek neredeyse insanı bütün sosyalliklerden azade kılmıştır. Hele yeni nesil için internet ve elektrik hayatın yeter şartı kabul edilirken, görebildiğim kadarıyla en önemli sosyallik marketten içecek almaktan ibaret kalıyor.
Jürgen Habermas modernitenin üç önemli problemi arasında insanlığın bugün büyük oranda ekonominin diliyle konuştuğunu ve bunun sonucu dayanışmanın giderek azaldığını belirtmektedir. “Ekonomi dili” kendinden menkul çılgın bir tüketimi körüklerken, bencilleşme ve pragmatistleşme yaygın kabul halini alıyor. Ayrıca, eski sosyal ağların çökmesi, moda ve yemek programlarında “fenomen” olanların komşulardan ve akrabalardan daha fazla tanındığı semptomlarla karşımıza çıkmaktadır.
Yalnızlık en fazla da içinde yaşadığımız dünyada “kendi kendine yeterlilik” duygusundan beslenerek kolektivite ve dayanışmaya olan mesafesini çoğaltıyor. Kur’an-ı Kerim’in en çok eleştirdiği kavramlardan birisi “istiğna” halidir ki, “müstağni olmak” şeklinde Türkçe’de de kullanılmaktadır. İstiğna hali, bir insanın kendi kendisine yeterlilik duygusu kazanmasıdır. Kur’an, bu kavram üzerinden kişinin diğer insanlardan ve giderek Tanrı’dan azade olmasını bir haddini aşma olarak değerlendirir. “İnsan” ünsiyet kesbeden, farklı kolektivitelerle kendisini tamamlayabilen bir varlıktır. Fert ve toplum arasındaki ilişkisellikte “tamam”lanan insan, bunların dışında yalnız ve natamamdır. Bugün çoğu insan başkalarının hesaplarının içinde bir parça olmaktan, sevgisizlikten, yalnızlıktan, bencillikten şikayet ediyor. Ancak bu olumsuzlukları beslemeye de devam ediyor. Dolayısıyla yalnızlık sürekli bir ikamet mahalline dönüşüyor.
2 yorum
Harika,çok yararlandım, çağın büyük meselelerinden,aydınlatılmış yazıda
Değerlendirmeniz için teşekkür ederim.