Yapanın yanında kaldığı bir düzen algısı Türkiye’de oldukça yaygındır. Konu daha çok hukuki adalet bakımdan gündeme gelmektedir. Konu devletin baskı gruplarına karşı gevşek davranması, sıradan halka karşı ise aslan kesilmesi olarak sorunsallaştırılabilir. Analizi devletin hukukla olan ilişkisinden başlatmak gerekir.
Devlet, sahip olduğu iktidarı hukukla kullanan bir siyasi organizasyondur. Devlet, modern anlamıyla hukuk devletidir. Hukuk devletinin üç öğesi vardır: hukukun içeriği, hukukun usulü ve hukukun uygulanması. Siyasal birliği tekâmül etmemiş, siyasal kültürü gelişmemiş ve kurumları olgunlaşmamış ülkelerde bu öğeler aksak ve eksik kalmaktadır. Hatalı bir şekilde hukukun içeriği üzerinde çok fazla durulmaktadır. İçeriğin iyi olmasıyla adaletsizliğin kendiliğinden düzeleceği varsayılmaktadır. Oysa bu ülkelerin efektif ihtiyacı hukukun usulü ve uygulamasıyla ilgilidir. Bu ülkelerin hukuk normları, içeriğinin ne olduğundan bağımsız bir şekilde, sadece ihmal edilmeyip aynı zamanda istismar edilmektedir. İstismarcı uygulamalar, keşke hukuk devleti ve mahkemeler olmasaydı kahrına sebebiyet vermektedir. Nitekim toplum bu durumu “Allah mahkeme kapılarına düşürmesin” şeklinde klişeleştirmiştir.
Türkiye gibi ülkelerin adaletsizlik sorunları hukuk uzmanı kafasıyla çözülemez. Bilmek gerekir ki bu ülkelerde hukuk devletinin alternatifi siyasettir. Siyasetçilerin siyasi tasarruflarıdır. Kamusal sorunlar siyasetin olağanüstülüğüyle, hikmet-i hükümetle çözülmektedir. Devlet aklı (ya da üst akıl) kavramının imgelediği şey tam da budur. Kavram literatürde keyfilik ve cebrilik olarak negatif yönde tanımlanırken, yaygın kullanımında olumlu anlamlar yüklenmektedir. Bu durum siyasal kültürümüzün bir parçası haline gelmiştir. Hepimiz masaya yumruğunu vuracak Sultan Selim gibi yavuz şahsiyetler hayal etmekte ve o modeli yüceltmekteyiz. Yapılanların cezasız kaldığı şeklindeki sitemin altında bile “Abi bunları Taksim Meydanı’nda sallandıracaksın” şeklindeki beklenti yatmaktadır. Hukuk, uzun uzadıya bir iştir. Sabır göstermeyi, kılı kırk yarmayı, rasyonel muhasebe yapmayı gerektirir. Hukuki adalet, “Kervan yolda dizilir” diyen bir toplumun siyasal kültürüne aykırıdır. Bizim gibi toplumlarda kanıksanan model, duvarında falaka asılan karakol amiridir. ABD’nin kovboy dönemi şerifidir. Bu beklenti bir açıdan yanlış da sayılmaz. Çünkü bu alternatif, işlemeyen hukuk devletinden daha etkili çözüm vaat etmektedir. Yargıçların dava dosyasını okumaya zaman bulamadığı, davaların yıllarca sürüncemede kaldığı, her öksürene aynı ilacı yazan hastaneler gibi olaylara kategorik hükümlerin verildiği bir ülkede mahkemeler olmasa da olur. Kapatın mahkemeleri! Uyuşmazlıkları rahmetli Levent Kırca’nın parodilerinde karakterize edilen komiserler çözsün! Zaten geçmişte de böyleydi. Osmanlı’da kamu hukukuna konu bütün uyuşmazlıklar karakolda subaşı tarafından sulha kavuşturulmaktaydı. Bu geleneğin varlığı bütünüyle ölmüş değildir! Ölmemelidir de!
Sorun şu ki farklılaşan toplumda uyuşmazlıkları karakolda çözmek pek zordur. “Senin adamın, benim adamım” meselesi bu yüzden ön plana çıkmaktadır. Herkes kendi adamını kurtarmaya çalışmaktadır. Kendi sorunlarımızı çözmek için adam aramakta ve adam ayarlamaktayız. Böyle yozlaşmış toplumlarda bankaların içini boşaltanlar, yangınların olağan failleri, yıkılan konutların müteahhitleri, şike yapan koskoca spor kulüp yöneticileri, darbe yapmış cemaat müntesipleri mazlum muamelesi görmektedir. Hatta bunlar başları bizden daha yukarda, bizden daha onurlu ve haysiyetli edayla konuşmaktadırlar. Böyle yozlaşmış toplumlarda haklı, namuslu ve ahlaklı olanlar marjinaldir! Eksantriktir! Delidir! Ahmaktır! Evet, yozlaşmış olanların nezdinde öyledir!