Klasik sorulardan birisini sorayım, “Çok gezen mi bilir, çok yaşayan mı?” Benim oyum çok gezenden yana. Pekâlâ, “Deneyimli tek bir usta mı daha iyi karar verir; birçok başka göz ile birlikte karar alan usta mı?” Ben ekibi ile birlikte karar alan ustadan yanayım. Aslında bu iki sorunun yanıtı birbiri ile oldukça ilişkilidir.
Bir konuyu en iyi bilen kişinin, o konuya yıllarını harcamış ve ilgili konunun her şeyini bilen kişi olduğunu düşünürüz; ki bu her zaman ve her koşulda doğru değildir. Ara sıra ustalar da bir soruna uygun çözüm üretemeyebilirler. Herhangi bir problem çözmekle çok fazla uğraşan kişi, genellikle zihinsel düzeyde bir çıkmaza girebilir. Sonunda problem çözümsüz kalır. Neden böyle oluyor, bu nasıl açıklanabilir; kısaca bilim dünyasına bir göz atalım.
Her alanda giderek artan bilgi birikimi, bilimle uğraşan insanların belirli bir alanda uzmanlaşmasına neden olur. Bu uzmanlaşma o dalın alt dallarına, hatta birçok kez tek bir konuya yöneltmektedir bilim insanını. Bu şekilde aşırı uzmanlaşma, bazen bilim insanlarının parçalarını araştırdıkları bütünü değerlendirebilmelerini güçleştirmektedir. Bilim insanı, aşırı uzmanlaşma sonucu bu yoğun çalışma temposu içinde kendi bilim dalı dışındaki diğer bilim dalları ile bağını büyük oranda kaybedebilmektedir. Uzman, değişik görüşlerden ve değişik bakış açılarından uzaklaşır böylece. Kimi zaman, kendi bilgisine gerektiğinden fazla güvenip bilimsel şüpheyi elden bırakmasına neden olabilir. Bu ise hayal gücünün kısırlaşmasına yol açar. Dar bir alanda fazla bilgi birikimine sahip olmak kimi zaman fikir uçuşmalarının, hayali yolculukların, yeni olasılıkların sezilebilmesinin önünü de kapayabilir. Örneğin elektroniğin öncüsü Vannevar Buch, 1945 yılında meclis komisyonuna verdiği bir raporda, kıtalararası güdümlü nükleer füzelerin teknik olarak nasıl yapılacağını bilen insanların olduğuna inanmadığını ve çok uzun bir süre de böyle bir şeyin olamayacağını ifade etmiştir. Benzer şekilde Rutherford, 1933 yılında nükleer enerjinin pratikte bir kullanımı olamayacağını ve atomların dönüşümünden bir güç kaynağı elde edileceğini savunan kişilerin saçmaladığını savunmuştur (Berry, 1996; s. 232-3).
Hem bilim tarihi hem de her an yaşanan kimi örnekler bize göstermektedir ki, bu çözümsüz kalan problemlerin üstesinden gelme şansı olanlar bazen konuya ilgi duyan ancak başka bilimsel ya da teknik alanlarda uzman olanlar, problem dışarıdan bakanlar, yani Jonah Lehrer’in deyimiyle “dışarlıklı” olan uzmanlardır (Lehrer, 2016, syf.139). Alfred Wegener, gökbilim doktorası yapmış bir meteorolog olarak çalışıyordu. Kıtaların kayması kuramını ortaya attı. Bugün herkesin bildiği ve kabul ettiği bir kuram olmasına karşın, bilim tarihindeki en büyük tepkilerden birisine neden oldu. O günlerde jeologların büyük kısmı dünyanın hala soğuduğuna, büzüştüğüne ve dağların bu yolla oluşmaya devam ettiğine inanıyordu. Ancak Wegener, başka bir bilim dalının radyum ile ilgili henüz yeni olan bulgularına dikkat çekti ve soğumanın etkisinin olmadığını söyledi. Afrika ve Güney Amerika’nın kıyılarındaki jeolojik benzerlikleri zoo-coğrafyacılar gözden kaçırırken, o bu bilgiyi göz ardı etmedi ve kuramına destek olarak kullandı. Fikirlerinin öncülleri de vardı. Bilim dünyası bu öncüllerini unutmuşken Wegener bunlardan yararlandı. Örneğin, H.Wettstein’in 1880 yılında yazdığı kitabında yer alan kıtaların yatay ve göreceli yer değiştirdikleri fikrini (eksikliklerini de görerek) dikkate almıştı (Hellman, 2001; s. 159-178).
Afrika’da çalışan bir doktor olarak Denis Burkitt, 1960 yılında Londra Tıp Okulu’nda bir konferans verir. O dönem tropikal Afrika’da en yaygın görülen çocuk tümörü olan Burkitt lenfomasının ilk tanımını yapar. Konuşması sırasında bu hastalığa yağmur ve sıcağın yol açtığını belirtir. Dinleyicilerden virolog Anthony Epstein, yağmur ve sıcağın hastalığa neden olduğunu duyunca, o anda bu hastalığa bir virüsün yol açtığını düşünür. Bu olasılığa odaklanır ve çalışmaları sonucu tümöre neden olan (Epstein-Barr virüsü) virüsü bulur (Wolpert, 1994; s.115-116). O yıllarda, insandaki bir tümöre virüsün yol açtığını düşünmek düpedüz saçmalık olarak kabul edilmektedir. Sıcak ile yağmurun hastalığı ortaya çıkarmasına ilişkin gözlem ancak konu ile ilgilenen bir viroloğu harekete geçirebilirdi ve öyle oldu.
Bu “dışarlıklı” insanları her zaman nereden bulacağız demeyin. Aslında yaşayan insan organizmasının doğası gereği onlardan bir sürü var: Gençler. İşte aradığınız problem çözmeye istekli dışarlıklılar. Bir yerde çözülmesi gereken bir problem varsa ve o problemle fena halde ilgilenen bir genç varsa, işte aradığınız kişi muhtemelen o genç olabilir. Çünkü gençler, henüz konunun (yani çözülecek problemin) her detayına hakim değildirler ve de ruh halleri nedeniyle her türlü uzmanlığa biraz kuşkuyla yaklaşırlar. Genç beyinlerin hemen her insan etkinliğinde fikir üretmeleri için önlerinin açılması ve onların görüşlerine dikkatle kulak verilmesi gereklidir. Bu konunun öncü çalışması 19.yy’da yaşayan Fransız matematikçi Adolphe Quetelet tarafından yapılmıştır. Quetelet, oyun yazarlarının yaratıcılıklarını incelemiş ve yaratıcılığın deneyimle artmadığını bulmuştur. Quetelet’in bulgularına göre, yaratıcılık orta yaşla birlikte düşmeye başlıyordu. Psikolog Dean Simonton da son otuz yıldır bu konu ile ilgilenmektedir. Bulgularına göre, fizikçiler kariyerlerinin başında henüz gençken en önemli buluşlarına imza atmaktadır. Ayrıca şairler de gençlik dönemlerinde yaratıcılıklarının en verimli dönemini yaşamaktadır (Lehrer, 2016; s.139-143). Tabii ki bu durum zorunlu bir kader değildir. Simonton, gençlerin henüz toplumsal kültürün etkisi altına yoğun bir şekilde girmedikleri ve birçok konuda henüz yoğun bilgi birikimine sahip olmadıkları için radikal fikirlere açık olduklarını ve daha yaratıcı olabildiklerini belirtir. Yani gençler “dışarlıklı” olan toplumsal kesimi oluşturur.
Gençlik dönemindeki yaratıcılık potansiyeli yaşla mecburen azalmak zorunda mı? Tabii ki değil. Orta ve ileri yaşlarda yaratıcılıklarının zirve dönemini yaşayan birçok sanatçı ve bilim insanı olduğunu biliyoruz. Yaratıcılığımızı, geçen acımasız yılların etkisinden nasıl koruyabiliriz pekâlâ? Öncelikle dışarlıklı olmak yaşla ilgili değildir. Bu bir tavır ya da kafa yapısıdır. Devamlı olarak farklı konulara odaklanır, değişik sorunlarla ilgilenirseniz hayat boyu birçok konuya dışarlıklı kalırsınız. Yeni şeyler öğrenmeli, yeni ve değişik konulara ve tabii ki yeni problemlere ilgi duymalısınız. Bu ilk ve en önemli koşuldur. Hayat boyu merak duygumuz yoldaşımız olmalı ve devamlı yeni şeylere ilgi duyup öğrenmeye çalışmalıyız.
İlerleyen yaşa rağmen yaratıcılığı korumanın bir diğer ilacı da ara sıra her şeyi geride bırakmaktır. Yani bilmediğiniz yerlere, bilmediğiniz kültürlere seyahat etmektir. Odaklandığınız ve çözmeye çalıştığınız problemden uzaklaşmanız müthiş faydalıdır. Çünkü problem gözünüzün önünde durdukça çözüme daha kör hale gelirsiniz. Düşünceleriniz kısıtlanır, çağrışımlarınız azalır. Oysa yaşadığınız alandan uzaklaşmanız, bastırdığınız birçok aykırı düşüncenin su yüzüne çıkmasına olanak verir. Basit ve çarpıcı deneyler, çözülmesi istenilen problemlerin yaşadıkları alan dışından geldiği söylendiğinde deneklerin çok daha başarılı olduklarını göstermektedir. Çözülmesi gereken problemin yaşadıkları alanda var olan bir sorunla ilişkili olduğu söylendiğinde, denekler daha kısıtlı bir çerçevede çözüm ararlar. Ancak sorunun başka bir coğrafyada yaşandığı söylendiğinde denekler problemin çözümü için çok daha fazla olasılığı hayal ederek çözüm bulmaya çalışırlar. Yabancı bir ülkede bir süre yaşamış öğrencilerin, yaşadığı ülke dışına hiç çıkmamış öğrencilere göre verilen problemleri çözebilme oranlarının daha yüksek olduğunu gösteren çalışmalar da mevcuttur. Alışıldık olan her şey, sonuç olarak zihnimize zincir vurma eğilimindedir. Lehrer’in sözleriyle söylersek, “Beyin, neredeyse sonsuz olasılığı içeren bir sinir yumağıdır; bu demektir ki neyi fark etmeyeceği konusunda tercih yapmaya epey zaman ve çaba harcar. Sonuç olarak, yaratıcılık verimlilik uğruna takas edilmektedir; insanlar sembolist şiir gibi değil, düzyazı şeklinde düşünür.”(Lehrer 2016; s.144) Bu nedenle rutin hayatımızın geçtiği alandan uzaklaşmak sayesinde beynimizdeki düşünsel kısıtlılıklar gevşer ve içimizde yaratıcılığı mümkün kılacak içgörüsel aydınlanma olasılığı ortaya çıkabilir. Farklı kültürler ile tanışan insanlar, bir şeyin kendi kültüründen farklı olarak birden fazla sayıda anlama gelebileceğini görürler. Bu ise zihinsel esneklik sağlar.
Sözün özü, gençlere güvenmeli ve kulak vermeliyiz. Ne kadar tuhaf gelse de yeni fikirleri dikkate almalıyız. Zihnimizi genç tutmak içinse başka kültür ve insanları tanımalı, en önemlisi de içimizdeki merak ateşini hiç söndürmemeli, hiç ölmeyecekmiş gibi yeni şeyler öğrenmeye gayret etmeliyiz. Saygılarımla…
Kaynaklar
1- Berry, Adrian. “Bilimin Arka Yüzü.” Çeviren: R. Levent Aysever. Tübitak Popüler Bilim Kitapları 1.basım Ekim 1996, Ankara. Syf:232-233
2- Lehrer, Jonah. “Hayal Gücü: Yaratıcılığın Sırrı Nedir?” Çeviren: Ferit Burak Aydar. Boğaziçi Üniversitesi Yayınları. 1.basım kasım 2016, İstanbul
3- Hal Hellman ‘Büyük Çekişmeler’ Çeviren: Füsun Baytok. Tübitak Popüler Bilim Kitapları 1.basım Mayıs 2001, syf: 159-178
4- Lewis Wolpert, ‘Bilimin Doğal Olmayan Yapısı’ Çeviren: Evcimen Perçin. Sarmal yayınevi 1.basım Ekim 1994, syf:115-116
3 yorum
Güzel bir bakış açısı ile gençlere güvenmenin, merakın ve yeni şeyler öğrenmenin önemi vurgulanmış.
Çok teşekkürler.
Tülay Hocam ilginiz için ben teşekkür ederim….
Fazla uzmanlaşmanın ‘ben bir çekiçsem önüme hergelen şeye çivi diye bakarım’ zararı. Ama bir yönden de kaçınmak mümkün mü?