Bilindiği gibi yardımcı doçentlik, Yükseköğretim Kurulu (YÖK)’nun kurulması ile ihdas edilmiş, zannımca iyi niyetle, öğretim üyesi bulunmayan bölümleri ayakta tutabilmek amacıyla, ihtisas ve doktorasını almış kişilere, bir başka üniversiteye giderlerse hemen, kendi üniversitelerini tercih ederlerse üç yıl gibi bir bekleme süresi sonunda uyduruk bir yabancı dil sınavı ile atanılan bir kadro idi. Daha sonra bu üç yıllık süre de kaldırılmış, bu kadro çoğu yerde, neredeyse istenilen herkese, ulufe dağıtılır gibi, rektörlük seçimlerinde oy kazanımı gibi mülahazalarla dağıtılır olmuştu. Ancak doçentlik yine de gerek imtihan aşamaları gerekse atama sürecinde bir ciddiyet taşıyordu.
Şimdi gelinen noktada, Sayın Cumhurbaşkanımızın yardımcı doçentlik sisteminin tamamıyla ilga edilmesini istemesi, bu minval üzere doçentlik sınavını da kolaylaştırıcı bir sürece sokması, yılların tecrübesi sonucu benim, bazı hususları dile getirmemi mecbur kılmaktadır. YÖK’te bu problemler ne kadar tartışıldı, bilmiyorum. Lakin yeni getirilen taslak teklifini incelediğimde, bazı sakıncaların gözden kaçırıldığını düşünüyorum.
Kırk yıllık meslek hayatımda, 34 yıllık öğretim üyeliği ve yöneticiliğim süresince edindiğim tecrübe ve düşüncelerim ışığında; üniversite araştırma-eğitimi, master, ihtisas, doktora, yardımcı doçentlik, doçentlik, profesörlük, dekanlık ve rektörlük ve hatta YÖK başkanlığı ve üyeliği gibi hususlarda, gerek verdiğim sayısız konferanslarda, televizyon programlarında gerekse yazdığım makalelerde ve neşrettiğim kitaplarda görüşlerimi ısrarla beyan etmiş ve gerekli önlemlerin alınmasını istemiştim.
Bugün dönüp arkaya baktığımda, beğenmediğimiz eskiyi özler hâlde, durumun daha da vahim olduğunu müşahede etmekteyim. Her yere açılan devlet üniversitelerinin ve hemen hemen her isteyene bahşedilen vakıf-özel üniversitelerinin durumlarını gördükçe, kendimi bu yaraya parmak basmak ve çözüm önermek için mesul ve mecbur addetmekteyim.
Üniversite açmakla üniversite olunmaz. Üniversite olmak kurumsal şahsiyet gerektirir. Çok acil bir üniversite reformuna ihtiyaç vardır. Yakın bir zaman önce yazdığım gibi (https://www.medimagazin.com.tr/authors/ismail-hakki-aydIn/tr-universite-ve-tip-egitimindeki-bazi-problemlere-cozum-onerileri-72-87-4080.html), konu yeni baştan dikkatlice değerlendirilmeli, sorun ve çözüm yolları tespit edilmeli ve gerekli düzenlemeler, akil, erdemli, bilgili, tecrübeli ve liyakat sahibi akademisyenler tarafından art niyetsiz olarak yapılmalıdır.
Master ve doktora programları yeniden gözden geçirilmelidir. Kendi akademik unvanı ve payesi şaibeli olanların değil master ve doktora programı yönetmeleri, ilmi kuruluş ve organizasyonlarda -hangi pozisyonda olursa olsun- barınmalarına bile asla müsaade edilmemelidir. Buna göz yuman kuruluşlar da görmezden gelinmemeli, eğitim ve öğretimden menedilmelidir.
Yardımcı doçentliğin kaldırılması, eskiden olduğu üzere “chef de clinique (klinik baş asistanı)” ve “uzman başasistan” gibi “doktor öğretim görevlisi” pozisyonunun ihdası münasip olmakla birlikte “öğretim üyesi” sınıfına dâhil edilmesinin; “yardımcı doçent”likte yaşanan sıkıntıların aynen devam edeceği hatta doçentlik için gerekli olan geçerli yabancı dil puanının çok aşağılara çekilmesi, sınav yapılmadan sadece yayın değerlendirilmesi ile verilecek “doçentlik yeterlilik belgesi”nden sonra atanma ve hakiki(!) “doçentliğin” üniversitelere(!) bırakılması, “üniversiteler ve akademisyenler arasında ayrım” gibi çok büyük problemlere neden olacağı kanaatindeyim. Bu sebeple, merkezi sözlü sınav mutlaka olmalı, ancak jüri üyeleri liyakatli, kişilikli ve mümkün olduğunca uluslararası ilmi tanınırlığa ve “hoca”lığa haiz profesörlerden seçilmelidir. Ayrıca ameliyat gibi özellikle tecrübe ve el becerisi gerektiren branşlarda pratik sınav da yapılmalı, “ders anlatımı, kolokyum” mutlaka ilave edilmelidir
Lisan bilmeyen dekan ve rektörlerin olduğu bir ortamda, kendi ana lisanını bile doğru dürüst konuşup yazamayanların varlığından da haberdar olduğumuzu ifade etmek isterim. Bence her akademisyen, katiyetle bir yabancı dili ana dili gibi bilmeli, uluslararası platformlarda tezini savunabilmeli, eziklik duymamalı, haksız ve yanlış gördüğü her konuda itirazını çekinmeden yapıp doğru yolu gösterebilmelidir. Şahsen eğitimin mutlaka ana dilde yapılmasını savunmamla birlikte, akademisyenler için yabancı dil imtihanının, 35 yıl evvel olduğu gibi komplekssiz ciddi jürilerce, belirli merkezlerde hem sözlü hem de yazılı yapılmasını ve geçer notun en az 70-75 olmasını öneriyorum.
Hele profesörlük için çok daha sıkı ilmi ve objektif kurallardan yanayım. İrticalen bir yabancı dilde konferans veremeyenlere bu unvan verilmemelidir. Yatan ve uyuyan hocaların(!) da nerede olursa olsun, unvan kullanmalarına müsaade edilmemelidir. Profesörler de en çok beş yılda bir, erdemli kurullar tarafından objektif değerlendirmeye tabi tutulmalı ve gerekli uyarılar yapılmalıdır.
Akademisyen maaşları da asgari ücrete göre değil, hakiki emek ve terleri dikkate alınarak, mebuslara ödenenlerin parametreleri çerçevesinde belirlenmelidir.
Her geçene unvan dağıtılmamalı, etrafta dolanan, caka satan sahte ve şaibeli profesörlere(!) müdahale edilmeli ve görev verilmemelidir. Bu arada doktor olmayıp da doktorculuk oynayan sahtekârlar ve hiçbir akademik unvana sahip olmadan profesörcülük oynayanlar da cabası…
Bu memleketi bu milleti bu insanlığı bu canlıları bu tabiatı bu hayatı ve hatta bu kâinatı seven bir Allah’ın kulunun çıkıp, bu konulara bihakkın samimiyetle eğilmesi ve düzenleme yapması temennisiyle, sadece haksızlıklar karşısında yüreğimdeki yangını hafifletmek ve deşarj olmak gayesi ile muhataplarının anlamaktan bile aciz ve cahil olduklarının da farkında olduğum için kimseyi muhatap almadan, son yazdığım bir “hiciv-taşlama” rubai(!) denemesi(!) paylaşımıyla bitirmek istiyorum.
ŞEYTAN ŞAŞAR!
(Fâilâtün, Fâilâtün, Fâilâtün, Fâilün)
Sen tufeylî, müptezel, nânkör, edepsiz, hîlekâr!
Müfterî, pespâye, hâin, dalkavuk, çiğ, sahtekâr!
Şaklaban, ebleh, mürâî, densiz, arsız, soytarı!
Şarlatan, küstah, düzenbâz, şerrine Şeytan şaşar!