Ekosistemin ortadan kalkmasına neden olabilecek iklim değişimi felaketlerine karşı ortak akıl ve işbirliği içinde bilimsel temellere dayanan ortak çözümler bulmak yerine yeni bir Dünya Savaşından sık sık söz edilmeye başlandığı, COP21 Paris İklim Değişimi Kongresi’nin ve alınan hayati kararların arada kaynadığı ve unutulduğu, mülteciler, yani insanlar üzerinden çirkin pazarlıkların yapıldığı, nüfus artışı, kaynak, su, gıda, sağlıklı yaşam alanı ve enerji sorunlarının giderek arttığı, yöresel çatışmaların bölgesel çatışmalara, bölgesel çatışmaların küresel çatışmalara dönüşme eğilimi gösterdiği, insan hakları, adalet ve barış kavramlarının anlamını yitirmeye başladığı, sözleşmelerinde ve kurumlarında yer alan ilkeleri nedeniyle iyimser bir bakış açısıyla insanlığın geleceği olarak nitelendirilebilecek olan “Avrupa Projesi”nin çökebileceği değerlendirmesinin yapıldığı bir dünyada yaşanabilir ve sürdürülebilir bir gelecekten söz etmek fazla “naif” geliyor insana. Belki dünyanın şu an için en sorunlu, en kanlı bölgesinde yaşıyor olmak dünyaya ve geleceğe bakışımızı etkiliyor?
Küresel ısınmanın ve çevre kirliliğinin hızla arttığına ve insan kaynaklı sera gazlarının hızlı ve geri dönüşsüz iklim değişimine neden olduğuna ilişkin yaygın olarak kabul edilen ve Paris’te 195 ülkenin altına onay imzasını attığı bir bilimsel ve somut gerçek var. İklim değişikliği tüm insanlığı etkileyen küresel bir problemdir ve reddedilemez yaşamsal bir gerçek olan problemle artık yüzleşmek zorundayız.
Bilimsel gelişmeler giderek artan ölçüde moleküler düzeyde canlı ve cansız madde arasındaki sınırı belirsizleştirirken, yaşamın ne olduğu, bireyin dokunulmaz bütünlüğü, insan onuru gibi her toplumda geleneksel ya da rasyonel biçimlerde temellendirilmiş kavramları yeni teknolojik imkânlar karşısında yeniden tanımlama ve bu alana ilişkin bilimsel açıklamaları ve etik değerlendirmeleri araştırma zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Bilim insanlarının tüm olası toplumsal, ekonomik, siyasal çıkar çatışmaları karşısında bağımsızlıklarını korumaları, etik kaygılarla davranabilmeleri vazgeçilmez bir ön koşuldur ve bilim insanları araştırma ve bilgi ile etik ilkeleri çerçevesinde değerlendirme, sonuçları bildirme ve yol gösterme sorumluluğu taşırlar.
“Yaşanabilir Bir Dünyada Sürdürülebilirlik” mümkün mü? Elbette. “İnsan ve ekosistem odaklı” olarak bilimsel yöntemlerle, akılla, bilgiyle, hukukun üstünlüğüne inanarak, bilgelikle çalışılır ve belirleyici ana etken olunursa elbette mümkün.
Gezegenimizi ve ekosistemi oluşturan tüm parçalar yapının bütünlüğünü sürdürmek için gereklidir ve her şey birbirine bağlıdır ve etkilemektedir. Açık bir sistem olan ekosistemde, enerji ve besin giriş-çıkışı süreklidir ve bütün canlı ve cansız varlıklar arasında düzenli bir ilişki vardır. Ekosistemin bir parçası olan “insan”, aynı zamanda ekosistemi doğal değişimler dışında değiştirebilecek bilgi, bilim ve teknolojiyi üretmekte, geliştirmekte ve kullanmaktadır. Bilimsel çalışmalarla insanın biyolojisi, biyofiziği, biyokimyası, biyokinetiği, gezegenin ve doğanın metabolizması büyük oranda aydınlatılmış ve gezegenimizin, ekosistemin ve insanın sırları çözülmektedir. Bu gelişmeler gezegenimizin yaşanılabilir ve daha iyi bir gezegen olarak varlığını daha uzun ve sağlıklı olarak sürdürebilmesini sağlayabileceği kadar, insanın kendini tanımaması, insana değer vermemesi, sınırsız tutkuları, erdemsizliği, hoşgörüsüzlüğü, bilgisizliği, ekonomik sistemin sınırsız ve vahşi büyüme mantığı nedenleriyle gezegenimizin doğal ömrünü şok edici bir şekilde çok kısaltabilir.
Çevre uzun bir süre yalnızca insan için var olan bir olgu olarak düşünülmüş ve kaynakların, su ve gıdanın tükenmez, sonsuz olduğu var sayılmıştır. Ancak, insan ve yaşadığı çevre arasındaki hassas denge, özellikle sanayileşmenin artışı ve sınırsız büyüme iştahıyla beraber son iki yüzyılda insanların doğaya gitgide artan müdahaleleri sonucu daha da fazla bozulmaya ve özellikle yirminci yüzyılın ikinci yarısında çevre sorunları hızla artmaya başlamıştır, doğal kaynakların kendilerini yenileyememesi ve tükenmesi tehlikesi ortaya çıkmıştır
Düşünce kuruluşu Roma Kulübü tarafından 1972 yılında yayımlanan “Büyümenin Sınırları” adlı raporda; “Dünya nüfusu, sanayileşme, kirlilik, gıda üretimi ve kaynak tükenmesindeki var olan artış eğilimleri değişmeden devam ederse, bu gezegen üzerinde yaklaşık yüzyıllık bir süre içinde büyümenin sınırlarına ulaşılacaktır. Çok muhtemel olarak bu durum, gerek nüfus gerekse sanayi kapasitesinde ani ve kontrol edilemeyen bir çöküş ile sonuçlanacaktır. Bu büyüme trendlerini, gelecekte de sürdürülebilir olan bir ekolojik ve ekonomik kararlılık oluşturarak değiştirmek mümkündür”(1) öngörüsünde bulunulmuştu. Bu raporun üzerinden daha 50 yıl bile geçmeden “kontrol edilemeyen çöküş” dönemine mi ulaştık?
İklim değişiyor ve bu durum ekmeğimizden suyumuza, hayatımızın her yönünü, canlı biyolojisini, coğrafyayı, ekonomiyi, sosyal ve politik hayatı, sağlığı, dünyayı derinlemesine etkiliyor. Olumsuz sonuçların felaketlere dönüşmesi nedeniyle harekete geçmekte daha fazla gecikilemeyeceği bilimsel ve yaşamsal olarak açık ve kesin bir şekilde ispatlanmış durumda. Sağlık, hukuk, iş, bilim, politik, dini ve diğer tüm kurum ve kuruluşlar da bu değişimin kötü etkileri ile yüzleşmek zorunda kalacaktır.
Eğer önlem alınmazsa yaşanılacak ve sürdürülebilecek bir gezegenimiz olmayacak.
Kaynak
Meadows DH, Meadows DL, Randers J, Behrens III WW. The Limits to Growth: a report for the Club of Rome’s project on the predicament of mankind.Universe Boks. 1972. ISBN 0-87663-165-0