Bizim etik camiası yıllarca, “Şöyle ilaç niyetine bir şey bulsak da insanlar bu prensiplere bakınca şıp diye doğru davranıp davranmadığına karar verseler” diye düşünürken, imdatlarına 70’lerin sonunda iki Amerikalı akademisyen bir kitap yazarak yetişti. Bir grup hekimin işi kolaylaştı. Yazarlar ‘4 Prensip’ öneriyordu, bunun her derde deva olmasa da, her toplumda ve her kültürde işe yarayacağını söylüyorlardı. ‘4 Prensip’ 80’lerde Avrupa’da, 90’larda da ülkemizde yaygınlaştı. Hatta, bütün akademik hayatını bu ‘4 Prensip’ üzerine bina edenler oldu. Dolayısıyla öylesine yaygarasını yaptılar ki, bunu herkes öğrenip bütün biyoetiği bundan ibaret sananlar oldu (Günahları biyoetiği bu ‘4 Prensibe’ sıkıştıranların boynuna). Yazınca “şıp” diye siz de hatırlayacaksınız: “Zarar vermeme”, “Yararlı olma”, “Adalet” ve “Özerklik”.
Daha sonda Anadolu’nun binlerce yıllık kültür ve insan yapısını unutarak Batılı biyoetikçilere uyup, sanki biz California, Amsterdam, Paris veya Melbourne’de yaşıyormuşuz gibi ‘4 Prensibin’ şahı olarak da “Özerkliği” seçtiler. Bir de kuyruğuna -size yutturulan şekliyle- ‘Aydınlatılmış Onam’, doğru şekliyle ‘Bilgilendirilmiş Olur’u da takınca, bu millete karşı olan borçlarını ödemiş oldular.
Yani onlara göre Paternalizm ölmüştü, sağlık/tedavi hizmetleri hasta merkezli olmalıydı, hastayı iyice aydınlattıktan -bilgilendirdikten- sonra onamını -olurunu- almak ve hastanın özerk kararına saygılı olmak gerekiyordu. Böylece hem hekim mahkemelerde sürünmekten kurtulacaktı hem hakim sorarsa “Ben onamını aldım, hem de aydınlatarak.” diyecekti. Hasta da, “Yaşasın benden aydınlatılmış onam aldılar, hem de özerk kararımla, artık rahat rahat ameliyata girebilirim. Artık ölsem de gözüm arkada kalmaz. Paternalizmin zalim duvarlarını yıktım ya bana yeter.” diyecekti.
Bu konuyu bana yaşadığım son deneyimler çağrıştırdı. Tek örnekten yola çıkarak yargı oluşturmanın yanlışlığını kabul etmekle birlikte, buradakinin yüzeyel bir yargı değil, diğer argümanlarla da desteklenmesi gereken bir akademik görüş olarak okunmasını isterim.
Üç aydır hastanelerdeyim. Artık hekimleri de, hemşireleri de, hastaları da çok ama çok iyi analiz ettiğimi düşünüyorum. Bu süreçte şanslıydım. Cerrahımdan asistanıma, hemşiremden medikal onkoloğuma, radyasyon onkoloğumdan teknisyenime kendimi gözü kapalı emanet edebileceğim insanlardı. Bilmem gerekenleri, bilmem gerektiği kadar açıklıyorlardı zaten. Ancak bunlar arasında alternatifler yoktu, sadece yapacaklarını veya yaptıklarını anlatıyordu. Zaten yaptıkları işler öylesine karmaşıktı ki -hekim halimle- ne anlamam ne de olur vermem mümkün değildi. Tabii resmi bir sürü kâğıt imzaladım, başına yasal bir şey gelmesin diye. Adam risk alıp, ter döküp 7 saat ameliyatta beni yaşatmak ve iyileştirmek için uğraştı. Bir şeyler ters giderse bir de kırmızı yakalılara hesap mı versin?
Velhasıl kelam: Başka milletleri bilmem ama ‘özerklikmiş’, onun kuyruğuna eklenmiş ‘bilgilendirilmiş olurmuş’ bize uymaz. Bunun meraklıları bırakalım mahkemelerde birbirlerini yesinler. Hekim ve hemşiremize güvenelim ki onlar da risk alsın, elini taşın altına koysun. Mahkeme de kendimi nasıl kurtarırım diye değil, masada hastamı nasıl kurtarırım hesabı yapsın.
“Yaşasın Paternalizm!”-“Hasta Merkezli Tedaviye Hayır!”