Sayın Okurlar,
Bu makalede, yaşamın ileriki sürelerini oluşturan ve yaşlılık dönemi olarak adlandırılan konu üzerine durmak istiyorum. Bunun bir nedeni, yaşlı nüfusunun küresel ölçekte giderek artması; diğer nedeni ise her yıl 1 Ekim’in Dünya Yaşlılar Günü olmasından kaynaklanıyor. Geriatri, sosyal gerontoloji ve eleştirel gerontolojinin uğraşı alanı içinde bulunan yaşlılık ve yaşlanma, hem bilimsel anlamda hem de pratik toplumsal yaşamda kendini göstermektedir. Özellikle gerontolojinin gelişiminde sosyolojik yaklaşımların önemli katkısı olduğuna değinen Phillipson (2003), aynı zamanda ekonomi, siyaset, psikoloji, antropoloji gibi sosyal bilim alanlarının da etkilerinin inkâr edilemeyeceğini belirtmektedir. Bunun nedeni geriatri ve gerontolojinin daha çok tıbbi sağlık alanı ile ilgili olmasıdır. Oysa yaşlanma, sağlıkla ilgili olduğu kadar toplumun sosyo-kültürel yapı ve ilişkileri ve yaşlının psikolojisi ile son derece ilişkisel bir alanı oluşturmaktadır. Bu nedenle yaşlılık döneminde karşılaşılan sorunların artmasıyla birlikte, sosyal gerontoloji ve eleştirel gerontoloji dalları gelişmiştir. Sosyolojik perspektif yaşlanmayı süreç, yaşlılığı ise bir durum olarak değerlendirmemizi olanaklı kılmaktadır. Yaşlanma bir süreçtir. Çünkü ceninin ana rahmine düşmesiyle başlayan ve farklı farklı evreleri geçirerek yaşamını sürdüren insan yaş almakta ve her yaş alma ile birlikte biyolojik, fizyolojik, psikolojik değişimler yaşamaktadır. Bu değişikliklerin hepsi toplumsal ve kültürel yapı, aynı zamanda da ilişkilerle kesişmekte, hatta bedensel değişimlerin çoğunlukla sosyal normlarla iç içe geçtiği görülmektedir. Öte yandan, yaşlılık bir durumdur. Çünkü yaşlılık, belli bir dönemin özelliklerini ve sosyo-kültürel normların anlamlarını ihtiva eden o dönemin adıdır. Bu nedenle gerek yaşlanma gerekse yaşlılık, sosyolojik anlamda davranış örüntüleri ile oluşan sosyal pratiklerin dil aracılığı ile yaşam alanına taşınmakta ve sürekli yeniden üretilmektedir. Böylelikle, bir taraftan yaşlanma ve yaşlılığa ilişkin bu pratikler ve anlamlar kalıcılık gösterirken öte taraftan değişmeyi kaçınılmaz kılmaktadır. Şimdi, bu anlamların nasıl süreklilik gösterdiğini ve nasıl değiştiğini anlatmaya çalışmadan önce yaşlı nüfusun küresel ve yerel bazda nasıl bir durum gösterdiğine değinmekte yarar vardır.
Antropolojik çalışmalar, insanlığın ilk dönemlerinde yaşam süresinin 25-28 yıl arasında olduğunu vurgularken, günümüzde BM Nüfus Fonu’nun “2017 Dünya Nüfusunun Durumu Raporu”na göre, dünyada ortalama yaşam süresinin erkeklerde 70, kadınlarda ise 74 yıl olduğu ifade edilmektedir. Türkiye’de ise TÜİK’in 2018 yılı verilerine göre, yaşam süresi kadınlarda %80.8, erkeklerde %75.3 olarak tespit edilmiştir. Bu oranlar bize, yaşlanma döneminde hem birey açısından hem de ülke ve toplum açısından daha iyi bir yaşam sürdürmeyi sağlamak adına zaman geçirilmeden politikaların belirlenmesinin ve önlemlerin alınmasının gerekliliğini göstermektedir. Yaşlı nüfusun en fazla olduğu ülkeler gelişmiş ülkeler olurken; en hızlı artış gösteren ülkeler ise gelişmekte olan veya az gelişmiş ülkelerdir. Öte yandan, tıbbi teknolojideki gelişmeler, organik ve doğal beslenme, egzersiz yapma ve aktif yaşlanma anlayışının gelişmesi insan ömrünü uzatmıştır. Aynı şekilde istatistiki göstergelere de yaşlı kişilerin daha ileri yaşlara kadar uzun süre yaşayacaklarına ilişkin tahminlerde bulunmaktadır.
Powell’a göre (2014), gelişmiş ülkelerin devletleri zengin iken yaşlı nüfusu artarken, gelişmekte olan ülkeler zengin olmadan yaşlı nüfuslarının artması riskiyle karşı karşıya kalacaktır. Bu durumda yeni risk çeşitleri ile yüzleşmek zorundayız. Bir taraftan yaşlıların uzun yaşaması, ekonomik refahın artmasını ve güvenli bir yaşam biçiminin gelişmesini olanaklı kılarken; diğer taraftan Bauman’ın da (2017) belirttiği gibi, sorunlar kamu politikaları kapsamında daha önce sosyal ve kamu kurumları anlayışı ile çözülen, bugün kişilerin kendilerine ve ailelerinin omuzlarına bırakılmaktadır. Bu nedenle, yaşlanmaya yaklaşım ve çözüm konusunun hem yerel hem de küresel düzlemde değerlendirilmesi gerekmektedir. Çünkü günümüzde uluslararası göç, küresel yoksulluk ve işsizlik ile boğuşan insanların gelecekte yaşlı nesil olarak yaşama şansına ne kadar sahip olacakları belli değildir. Azınlık ve göçmen statüsündeki yaşlıların durumu ise içler acısı bir durum sergilemektedir. Çünkü insan haklarına ilişkin en ağır ihlallere örnek teşkil etmektedirler.
Giderek artan bir yaşlı nüfus var ama bu nüfus homojen değil; sosyal, ekonomik ve psikolojik bakımdan heterojen özellikler gösteriyor ve bu farklılıklar eşitsizlikleri gündeme getiriyor. Bu konuda ekonomik ve sosyal koşulları iyi olan yaşlıların oranı düşükken, çoğunluğunun sosyal ve maddi desteğe ihtiyacı olduğu da bir gerçektir. Ayrıca buna, yatağa bağımlı ve Alzheimer gibi uzun süreli bakım gerektiren hastalıklar eklenirse konunun ne kadar aciliyet taşıdığı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle yaşlanmaya ilişkin plan ve politikaların geliştirilmesi gerekmektedir. Özellikle yaşa duyarlı bir küreselleşme ilkesi ve her yaş için toplum anlayışı, politika geliştirmenin temel şartı olarak görülmelidir. Bu kapsamda, 2002 yılında Madrid Uluslararası Yaşlılık Eylem Planı geliştirilmiştir. Söz konusu eylem planı aynı zamanda İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile kesişmekte ve yaşa duyarlı küreselleşme ilkesiyle de örtüşmektedir. Yaşa duyarlı küreselleşme için hem insan haklarının yaş boyutunun güçlendirilmesi, hem de yaşlılar ile ilgili sivil kuruluşların küresel çapta grup ve form ağlarında etkin rol oynamasının sağlanması gerektiği üzerinde durulmaktadır. Gerek 2002 Madrid Uluslararası Yaşlılık Eylem Planı gerekse Avrupa Parlamentosu ve AB Konseyi tarafından önerilen 2012 Avrupa Aktif Yaşlanma ve Nesillerarası Dayanışma Yılı, günümüzde yaşlıların küresel ölçekte güç kazanmasını ve yaşlıların kendi sorunlarına ve geleceğine sahip çıkması anlamında önemli politika metinlerini oluşturmaktadır. Bunun için yaşlanma konusunda, hükümetler de dahil olmak üzere, tüm paydaşların ortak katılımı ve kararıyla yaşlı bireylerin yük olarak görülmesi meselesinden uzaklaşılarak sağlık ve sosyal güvenlik uygulamalarının iyileştirilmesi ve geliştirilmesi önemi kazanmaktadır.
Şimdi, yaşlı bireylere yönelik sosyal pratiklerin dile aracılığı ile temsil edilmesine ve yaşlıların uğradığı ayrımcılık konusuna bakalım. Şu bir gerçek ki, kadim dönemlerden günümüze intikal eden kültürel miras ve anlayış, yaşlıların her zaman için bir yük olarak görülmesine dayanır. İster eski topluluklarda isterse modern toplumlarda olsun, yaşlı bireylerin yük olarak algılanması nedeniyle gerekli yatırımların yapılmaması yaşlıyı görünmez kılmıştır. Kuşkusuz, farklı tarihlerde, farklı coğrafyalarda ve farklı kültürlerde yaşlıların genel olarak olumlu ve olumsuz değerlendirmeleri söz konusu olmuştur. Örneğin, göçebe yaşayan topluluklarda yaşlıların göçe ayak bağı oluşturduğu görüşünden hareketle, bulunulan mevkide bir miktar yiyecekle yalnız bırakılması, uzak doğu kültürlerinde belirli bir yaşın üstünde olan kişilerin kendilerini inzivaya çekerek ölümü beklemesi örneklerine tarihte rastlanmaktadır. Yine Bouaviar (1970) “Yaşlılık, İlk Çağ” adlı kitabında, birçok olumlu ve olumsuz örnekler sunmaktadır. Bunlardan biri, Magellan kıyılarında yaşayan eski bir topluluk kültüründe, yaşlıları ile birlikte aynı evde yaşayan bazı yetişkin ana-babanın çocuklarına örnek oluşturması amacıyla yaşlılarına hürmetkar davrandıklarından ve el üstünde tuttuklarından söz etmekte ve bunun bir gelenek oluşturarak yaşlının toplulukta saygın bir yer edinmesini sağladığını belirtmektedir. Ayrıca, umutsuz vaka olarak gördükleri kişilerin (yaşlı, yetişkin, genç) acılarını hafifletmek üzere öldürme eyleminde bulunduklarını da vurgulamaktadır. Birçok toplulukta yönetici olarak karar verici konumunda bulunmaları, yaşlıların sahip olduğu tecrübelerine istinaden saygı duymaları, bu geleneğin bir devamı olarak nitelenebilir. Kadim dönemlerden bu yana yaşlılar için olumlu ve olumsuz anlamlandırmalar günümüze kadar intikal etmiş durumdadır ve birçoğu insan hakkı ihlaline girmektedir.
Bugün, yaşlı olduğu için ayrımcılığa uğramış bireyler üzerine daha çok dikkat çekilmesine rağmen, konunun insan hakları evrensel beyannamesi kapsamında değerlendirilmesinden imtina edildiğini ve halen hak ihlallerinin devam ettiğini de gözlemlemekteyiz. Kültürel bellekte sosyal normlar aracılığı ile yer edinen ve ayrımcılık içeren bu söylem ve pratikler kendini şiddet, ihmal ve istismar alanlarında göstermektedir. Yaşlının bakımının ihmal edilmesi, yemesine-içmesine ve ilaçlarını kullanmasına özen gösterilmemesi bir şiddettir. Ayrıca yaşlıya fiziksel, cinsel, ekonomik, psikolojik şiddet uygulanması, olumsuz kalıp yargılarından (stereotype) oluşan norm ve değerler (dalga geçmek, dışlamak, ötekileştirmek, komik davranmak, çocuksu muamele etmek vb) birer ayrımcılık araçlarıdır. Bunun için evimizde ya da ailemizde bulunan yaşlılarla yetişkinlerin ilişkisinde örnek oluşturacak davranışları çocuklarımızın görmesini ve yaşamasını sağlamak bir insanlık görevidir. Alışkanlıklarımızın çocukluk dönemlerinden başladığını düşünürsek, tıpkı Bouaviar’ın verdiği örnekte olduğu gibi gelecek nesillerin yaşlılarla olan ilişkisi daha saygın ve medeni olacaktır. Bunun için ailenin dışında neler yapılabilir? Öncelikle, ilkokul kitaplarında yaşlıların ötekileştirilmediğini ve dışlanmadığını anlatan metinlere ve görsellere yer verilmelidir. Özellikle medyanın olumsuz örnekleri sürekli ekrana taşıması yerine, insan haklarına uygun, olumlu örnekleri sunması daha yapıcı sonuçlar doğuracaktır. Ayrımcılığı önlememenin yolu, tüm insanların, elbette yaşlı bireylerin de insanca yaşamına saygı göstermek ve yaşam kalitesini iyileştirmek adına çaba göstermekten geçmektedir. Devletin sosyal devlet olma görevini sürdürmesi gerekmektedir. Söylenen klişe ifadeyi burada tekrar etmek isterim: “Herkes bir gün yaşlanacak, eğer yaşlı olma şansı varsa.” Bu kapsamda toplumda tüm bireylere ve paydaşlara düşen görevler bulunmaktadır.
Şimdi, konuya acil olarak ehemmiyet verilmesi gerektiğini ileri sürmek için günümüzde giderek aratan yaşlı nüfusun durumuna yeniden dönelim. Powell’e (2014) göre, 2006-2030 yılları arasında az gelişmiş ülkelerde yaşlı nüfusun %140 oranında artacağı, gelişmiş ülkelerde ise bu oranın %51 olacağı, 65 yaş altı nüfusun ise %21’lik oranda artacağı tahmin edilmektedir. Bu çerçevede, doğumda beklenen yaşam süresi yükseldikçe 85 yaş ve üzeri nüfusun 15 yaş altı nüfusu sayısal olarak geçeceğinden dem vurulmaktadır. Bu durumda, yaşlı nüfus her hâlükârda gelecekte çok daha fazla artacak demektir. Bu artış, yaşlı bireylerin sağlık, emeklilik, barınma ve bakım alanındaki ihtiyaç ve taleplerini ön plana çıkarmakta; hükümetlerin, politika yapıcıların ve planlamacıların bu etkenlere göre vizyonlarını geliştirmeleri beklenmektedir. Bu durum işin demografik, sosyal ve ekonomik yönünü ortaya koymaktadır. Bu gelişmelerle ilgili olarak, 1990 yılında Birleşmiş Milletler tarafından 1 Ekim Dünya Yaşlılar Günü ilan edilerek yaşlıların sağlık ve sosyal güvenlik açısından yaşam standartlarının yükseltilmesi gereğine işaret edilmiştir.
Günümüzde 65-75 yaş aralığı, yaşlı sayılabilecek bir yaş aralığı değildir. Çünkü sözünü ettiğim bu yaş grubunun ciddi bir sağlık sorunu yok ise aktif, dinamik, kendi işini yapabilen ve işlerinin peşinden koşabilen bir davranış sergilemektedir. Önceki dönemlerde kültürümüzde olduğu gibi “artık dede oldun, babaanne-anneanne oldun, köşene çekilip otur,” normları bir değer olarak işlemiyor. Günümüzün koşullarında sosyal normlar ve kültürel alışkanlıklar değişiyor. Yapılan araştırmalarda, anneanne, babaanne ve dedelerin bu yaş aralığında torun bakımını, yatalak hastası ve yaşlısı olan yakınlarının bakımını, iş bulabilirse aktif iş yaşamında çalışmayı, bahçesi-bağı varsa toprakla uğraşmayı büyük bir itina ve sevgi ile yapabilir durumdalardır. Köşeye çekilmeyi bırakın, bu yaş aralığındaki bireyler gezmeyi, dolaşmayı, arkadaş ve komşularıyla vakit geçirmeyi, kafelere-pastanelere gitmeyi bir tür görev olarak görmekte ve bu tür faaliyetleri yapmaktan hoşlanmaktadırlar. 2012 yılı aktif yaşlanma ve nesiller arası dayanışma yılı kapsamında yaşlı bireylerin evden sokağa çıkması, gezmesi, akraba, arkadaş, komşularına ziyarette bulunması, birlikte sosyal, kültürel ve turistlik faaliyetlere katılması, sivil örgütlenmelerde görev alması ve egzersiz yapması arzu edilen davranışlar olarak değerlendirilmiştir. Hayatı yaşamak ve yıllara yaşamı katmak anlayışı ile sosyal ilişkilerini sık dokulu tutması, eski-pasif yaşlı anlayışını yıkmış, yerine yaşlıyı aktif kılacak yeni normlar getirmiştir. Ancak yaşlı heterojenitesi kapsamında tüm yaşlıların aynı şekilde kaynaklara sahip olduğu ve aynı etkinliklere katılma düzeyinde olduğunu söyleyemeyiz. Özellikle yoksulluk, yaşlılar için önemli bir sorundur. Tüm bu keyifli işleri yapmak için bireyin öncelikle başta sağlıklı olması, sonra da maddi durumunun iyi olması gerekmektedir. Onun için tekrar değinmek gerekirse, emeklilik durumu olan ve olmayan / olamayan tüm yaşlıların yaşam kalitelerini artırmak için yaşlının ihtiyacı ve talebini dikkate alan plan ve politikaların üretilmesine hassasiyetle yaklaşmalı ve ivedilikle hayata geçirilmelidir.
Bugün nesiller arası ilişkiler konusunun başında, değişen yaşam koşullarına ve karşılaştıkları yeni teknolojilere yaşlıların uyumunun sağlanması gelmektedir. Bu teknolojik gelişmeler, önceleri bir nesil / kuşak çatışmasının yaşanılacağını düşündürtürken, artık yaşlılar çocuklarından ve torunlarından teknolojiyi nasıl kullanacağını öğrenmekte, karşılaştığı sorunları onlardan bilgi alarak çözmekte ya da kendisi kurcalayarak öğrenmektedir. Bilginin transferi önceleri yetişkin ve yaşlılardan gençlere doğru olurken şimdi gençlerden yaşlılara doğru işlemektedir. Gerek ulusal gerekse uluslararası araştırmaların sonuçlarına göre, teknoloji kullanmayı reddeden, otoritesinin sarsılacağını ve sözünün dinlenmeyeceğini düşünen yaşlılar ise önceleri bu işe isteksiz olurken, sonradan kendi yaşıtları arasında bildiklerini yarıştırır hale gelmişlerdir. Elbette teknolojik yenileri kullanmayı becermek zor, çünkü öğrendiğiniz bir konu daha sonra yeni, fakat farklı bir araç aldığınızda, hatta belli bir süre geçtiğinde (örneğin cep telefonu ya da bilgisayar) geçerliliğini yitirebiliyor.
Günümüz insanı bilginin ve teknolojinin gelişim hızına yetişmekte zorlanıyor. Dolayısıyla sürekli yeniden öğrenme halinde olmak yalnızca yaşlılar için değil, gençler için de geçerli olmaktadır. Yaşlılar için sürekli öğrenme halinde olmak zihni yeteneklerini geliştirmeyi, zamanı eğlenceli bir biçimde geçirmeyi ve teknolojik bilgilerle donanmış olarak sohbetlerde söz sahibi olmayı getirdiği gibi yaşama bağlanmayı da sağlamaktadır. Yeni teknolojiler, yaşlı bireyler için kullanılan ayrımcılık içeren sözlerden (örneğin yaş yetmiş, iş bitmiş) uzaklaşmayı halen zihinsel kapasitelerini kullanabildiğini ve bir işe yaradığını hissederek yaşam kalitesinin yükselmesine yardımcı olmaktadır. Yaşlılar hakkında bugün en çok şikayet ettiğimiz konu yaşlı ayrımcılığıdır. Dile pelesenk olmuş deyimler, sözcükler, davranışlar, ne yazık ki hoş olmayan anlamlar içermektedir. Özellikle Covid-19 salgın sürecinde 65 yaş ve üzeri bireylere yönelik yapılan kısıtlamalar ve bunun medyaya yansımaları, bu yaştaki insanları üzdüğü gibi bizleri de rahatsız etmektedir. En çok kurala uyan kesimin yaşlılar olduğu bilindiği için kısıtlılıkların yaşlılar üzerinden yürütülmesi Covid-19’dan dolayı ölümlerin az sayıda tutulması ve duyurulması bakımından dikkate alındığını düşünmekteyim. Gençleri ve yetişkinleri evde tutmak zor olduğu gibi, iş hayatının akışının sağlanması ve ekonominin yürütülmesi bakımından da dışarıda olmaları önemli. Dolayısıyla, kısıtlılık daha çok 65 yaş üzerinde olanlara uygulanmaktadır. Bu nedenle, kültürel kodlardan kaynaklı anlayışın şu olduğunu düşünmekteyim: “Nasıl olsa bu kişiler yaşlı, işleri yok güçleri yok, dışarıda ne işleri var,” gibi bu düşünceler tam da ayrımcılık içeren ifadelerdir. Bu da bireysel hakların 65 yaş üzerindekiler için ihlal edildiğini, özgürlüklerinin kısıtlandığını göstermektedir. 65 yaş üzerindeki bireylerin virüsün bulaşma riskine daha açık olmaları doğru, ama rasyonel davranmayacakları düşünerek bir o kadar yanlış. Bireysel haklarından mahrum bırakılmanın bir çeşit sembolik şiddet olduğunu hatırlatmak gerekir. Tüm yaşlı kategorisini aynı potaya koyup homojen bir bütün olarak düşünmenin doğru olmadığını daha önce belirtmiştim. Bu tedbirlerin sadece Covid-19 virüsünün illerdeki salgın oranına göre değil, aynı zamanda illerin nüfus yoğunluğu, üretim, çevre ve iklim koşullarına göre de kademeli olarak bölgesel ve yöresel düzenlemelerle çözüme kavuşturulması daha rasyonel gözükmektedir.
Sonuç olarak, her yaş için toplum anlayışından yola çıkarak güvenli bir ileri yaş için yaşlıların kararlara katılımı, kişisel gelişimi, refahın artması, yoksulluğun giderilmesi, yaşlılar arasında toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması, kuşaklar arası dayanışma, yaşlıların sağlık bakımı, bakım desteği, sosyal destek, yaşlı azınlık ve göçmenlerin durumu, yaşlı sivil oluşumlar arasında hem ulusal hem de küresel ağların kurulması, ayrımcılık, ötekileştirme, sosyal dışlanma, ihmal ve istismarın önlenmesi, yaşlıların politik yetki ve karar mekanizmalarına katılımının sağlanmasını içeren daha genişletilmiş bir insan hakları anlayışına ihtiyaç vardır. Aynı zamanda, hükümetlerin yaşlıların geleceği için vakit geçirmeden politikalar oluşturması, plan ve programlar düzenleyerek önlemler alması, var olanların ise iyileştirilmesi toplum tarafından beklenmektedir. Bu vesileyle, sağlıklı ve üretken bir yaşlılık dönemi dileyerek 1 Ekim Dünya Yaşlılar Günü kutlu olsun.
KAYNAKLAR
*Bouaviar, De S. (1970) Yaşlılık İlk Çağ, Çev. Osman Canberk-Eray Canberk, İstanbul: Milliyet Yayınları.
*Bauman, Z. (1999). Çalışmak Tüketicilik ve Yeni Yoksullar. Çev.: Ümit Öktem, İstanbul:Sarmal Yayınları
*Phillipson, C. (2003) Globalisation and the Future of Ageing: Developing a Critical Gerontology. Sociological Research Online, 8 (4) <http://www.socresonline.org.uk/8/4/phillipson.html>
*Powell, J. L. (2014). Towards a Globalization of Aging. Canadian Journal of Sociology/Cahiers Canadiens De Sociologie 39(2)