Neredeyse doğduğundan bu yana ölümsüzlüğü düşlemiş olan insan; ilerleyen zaman içerisinde bilimin de katkısı ile bazı hastalıklar ve kazaları kontrol altına alabilmiş, bilinçli beslenerek ve daha sağlıklı bir yaşam sürerek ölüm oranını düşürmeyi ve yaşam süresini uzatmayı başarabilmiştir. Ancak, tüm bu çabalar sonucunda; özel bakım isteyen, üretmekten ziyade tüketen ve kırılgan bir yapıya sahip olan yaşlı nüfus sayısı ciddi boyutlara ulaşmıştır.
Geçerli nedenlerle korkulan bir fenomen olmasına karşın yaşlılık, belirli bir ölçüde de olsa, sağlıklı yaşamanın karşılığında, insana verilmiş bir ödül olarak da nitelendirilebilir. Bunun için, yakınma yerine, yaşlılığın nimetlerinden de yararlanarak, olabildiğince keyfini çıkarmak gerekir. Ne var ki, zaman içerisinde, dokularda ve organlarda meydana gelen dejenerasyonun getirdiği fonksiyon bozukluklarını ve bunların verdiği rahatsızlıkları görmezden gelmek de olası değildir.
Yaşlılar ile ilgili; yaşlı; iyi duyamaz, iyi göremez, algılayamaz, söyledikleri doğru değildir, güçsüzdür, çok konuşur, alıngan ve kırılgandır gibi söylemlere sıklıkla rastlanılmaktadır. Bunlar bir bakıma doğru olabilir. Ancak, anılan yetersizlikler ve yaşlılığın yaşlı üzerinde etkileri onun yaşam ve yaşlılık hakkındaki felsefesi; çevresi ile olan ilişki ve iletişim düzeyi; yaşlılığı algılaması ve baş etmek için geliştirdiği kendine özgü yöntemler; hobilerinin çeşitliliği; doğadaki güzellikleri görebilme yetisi; ileriye ilişkin hedefleri; kendisini sürekli aktif ve verimli tutabilme isteği ve çabası genetik yapı ve genetik miras, çocukluktan itibaren beslenme ve hijyen alışkanlıkları ile bağlantılı olarak, bireyden diğerine farklılık gösterebilir. Yaşlılığın olumsuz etkileri bireyden bireye değişkenlik gösterdiği gibi, bunlarla baş etme gücü ve bunlardan yakınma düzeyi de bireyin yaşam felsefesine isini sürekli aktif tutabilme becerisi ile bağımlı olarak yaşlıdan yaşlıya değişebilir.
Yaşlılığın etkileri her yaşlıda aynı olmayabilir. Bu nedenle de tıpta “hastalık değil de hastaya odaklanma” ilkesinin tedaviye yön verdiği gibi, yaşlıya yaklaşımda “yaşlılığa değil de yaşlıya“ odaklanılmalıdır.
-Selimiye Camii’ni 86 yaşında tamamlamış olan Mimar Sinan,
-76 yaşında film yönetmenliği yapmayı sürdüren Charlie Chaplin,
-88 yaşına karşın Afrika’daki hastanelerde ameliyat yapan Nobel ödüllü Alman Doktor Albert Schwitzer söylenilenlere verilebilecek örneklerden sadece birkaçıdır.
Bazen çevresi; yaşlıyı kendi beklentileri doğrultusunda, yönetmek ve yönlendirmek isteyebilir. Bunu da genellikle, “yaşına, başına uygun giyinme ve davranma” biçiminde ortaya koyar. Ancak bir insanın, belirli bir zamana kadar, kendisi ile bütünleştirdiği, kendisini onlarla rahat duyumsadığı davranışlar ve giyim tarzından vazgeçmesini beklemek, onu, kendisine tamamen yabancı yeni bir form edinmeye zorlamak demektir. Bu da bir yerde kişinin özgürlüğünü kısıtlamakla eş anlamlıdır denilebilir. Aslında, giyim ve davranışlarda ölçülü davranmak, her yaştaki insanın, üzerinde özenle durması gereken bir konumdadır. Zaten, gençliğinde bunlara özen göstermiş olan bir kimsenin, yaşlılığında da böyle bir sorunu olmaz. Ayrıca, bedensel özelliklere uygun giyim, giysilerde ve makyajda cilt ve saç rengi ile tutarlı renk seçimi ve estetik görünüm gibi konulara gösterilen özen; bireyin, kendisine ve çevresine duyduğu saygının bir göstergesidir.
Fiziksel sorunların yanı sıra, kendisini işe yaramaz, yalnız ve dışlanmış gibi algılama kendisini ihmal etmiş olan yaşlıların yakındıkları duygular arasındadır. Hızla değişen yaşam koşullarının; aile yapısı, insan davranışları ve değerler üzerine etkisi, beraberinde bu duyguları da getirmektedir. Ezelden beri var olan jenerasyonlar arası farklılıklar ve bunlara bağlı çatışmalar; yukarıda anılan değişmeler ve aynı zamanda televizyon başta olmak üzere, iletişim araçlarının da etkisi ile katlanarak artmakta ve genç-yaşlı grubun birbirlerini anlamalarını daha da güçleştirmektedir.
Genellikle, gençlerin yaşlılara, anlayış, saygı ve ilgi göstermeleri beklenir. Ancak, genç grubun, hiçbir deneyime sahip olmadıkları yaşlılığı algılaması ve anlaması çok güçtür. Gençler, ancak yaşlandıktan sonra, kendilerinde oluşan değişimleri, geçmişte yaşlılarla ilgili gözlem ve deneyimlerinden sınırlı bir ölçüde yararlanarak anlamlandırabilirler. Bu bağlamda yaşlıların, geçmişte yaşadıkları gençlik deneyimlerini kullanarak, gençleri anlamaları daha kolaydır denilebilir. Sürekli ve hızla değişen değerler ve gençlerin geçmişe göre daha farklı bir yaşam sürdürmeme eğilimi, iki grubun iletişim ve etkileşimini de güçleştirmektedir. Bireyselleşme, egoizm, hak koruma ve saldırganlık gibi davranışlar; yeni çağın çok doğal bulduğu, ancak yaşlıların yadırgadıkları ve eleştirdikleri davranış örnekleridir. İki grubu birbirinden uzaklaştıran bu faktörlerin olumsuz etkilerini ortadan kaldırmada ilk adımı yaşlıların atması gerekir. Çünkü bu grup; bozulan dengeleri onarma, sağlıklı ilişki ve iletişim kurmada, gençlere kıyasla daha fazla deneyim ve donanıma sahiptir.
Her yaşta yaşıtlarla birlikte olmanın, ortak ilgileri paylaşmanın zevki bir başkadır. Ancak, genç-yaşlı nüfusun birlikteliğinin de ayrı bir sıcaklığı ve yararı vardır. Söz konusu grupların yakınlaşması ile, bir yandan örf, adet ve ananeler gençler aracılığı ile nesilden nesle geçirilirken, diğer yandan yaşlıların yaşama sevincine katkıda bulunulabilir.
İlişkilerin sürekliliğinde; bu birliktelikten yaşlı kadar, gencin de doyum sağlaması, büyük önem taşır. Bu yüzden, gençlerin ilgi, görüş ve değerleri ile ilgilenilmeli ve bunlar gençlerle paylaşılmalıdır. Eğer bu yapılabilirse, gençler ve yaşlılar orta noktada buluşabileceklerinden, yaş farkı engeli, etkisini önemli bir ölçüde yitirebilecek ve iki grup arasında zevkli bir arkadaşlık kurulabilecektir. Bu yapılabilirse aradaki yaş farkının kendiliğinden ortadan kalktığı deneyimlenmektedir.
Mutlu bir yaşlılığa doğru…