Yayın hayatına atıldığı ilk günden itibaren, gazetenizde genellikle iki haftada bir yazıyorum. Yazılarımdaki yelpaze daha çok sağlık, hastaneler, eğitim ve üniversiteler ile ilgili oluyor. Bunun dışına nadiren çıkmışlığım vardır.
Yakın zamanda sağlık konusuyla ilgili bir gelişme ya da yeni bir oluşum ortaya çıkmıştır. İşte bu, benim de ilgilendiğim bir konudur. Bazen eskiden beri bilinenler, bazen yeni çıkanlar ilgimi çekmiştir. Bunları çoğu kez, meslektaşım olan okuyucularım ile paylaşmak isterim.
Bana göre, yeni ortaya çıkan, ya da uzun zamandır süregelen bir eksiklik, çarpıklık, yamukluk, legaliteyi, etik değerleri zorlayan işler her zaman yazılabilir konular arasındadır.
Bunları her zaman kendimin düşündüğünü zannetmeyin. Bazen bir arkadaşım, meslektaş ya da herhangi bir okur, “fiu konuyu neden yazmıyorsun?” diye bir fikir ortaya atar.
Her ortaya çıkan olaya, hemen balıklama atlamak doğru olmaz. Belki şimdiye kadar çokça da irdelenmiş, yazılıp çizilmiş bile olabilir. Öncelikle, olayın doğruluğunu araştırmak gerekir. Konuyla ilgili veriler toplanır. Konuyu öneren arkadaşlar, bazen birtakım yazı ve belgeleri de iletirler. Daha sonra, telefon ve gidip gelme trafiği başlar. Konuyu bir de ilgililerinden sormak gerektiği için, onlara da sorarız. Konuyla ilgili şimdiye kadar çıkmış yazıları tekrar inceleriz.
Buraya kadar yapılanlara “mutfak çalışmaları” diyoruz. Tıpkı bir yemeğin ortaya çıkışı gibi, mutfakta ne kadar titiz ve çok çalışırsanız, yemek de, yazı da o kadar lezzetli ve iyi olur. Bu işler bir hastalığın tanısının konulmasına da benziyor. Lüzumsuz tetkik de, gereksiz bilgiler de zamanla ayıklanır. Yazı yazacak olanlar, tanı koyacak olan hekimler gibi, lüzumsuz inceleme ve tetkiklerin bazen kişiyi yanlış bile yönlendirebileceğini unutmamalı.
Yazılarımda, kişiler ve kurumları direkt olarak suçlamamaya gayret ederim. Bence önemli olan, bilinen ya da henüz ortaya çıkmamış olan farklı yaklaşımların cesaretle dile getirilmesidir.
Daha sonra, olayın yazıya dökülmesi ve yazılması safhasına geçilir. Yazılarımı bir A4 kâğıda sığacak şekilde yazmaya ilk günden beri özen gösteririm. Konunun durumuna göre biraz uzayabilir, ancak uzun yazılar okuyucuyu sıkar, bu nedenle okunmasını zorlaştırır.
Gerekli redaksiyonlardan sonra, uygun bulunursa, yazı gazetede basılır.
Hep merak etmişimdir. Konuda adı geçen, ilgili kurum yetkilileri ve kişiler ne kadar sürede tepki verirler diye. Bazen bazı meslektaşlar bizzat telefon edip sitemlerini belirtirler, yazının eksiklik ve yanlışlarını söylerler. Yorum köşesinde yorumlarını yazarlar.
Kurumlardan ise genelde hiçbir tepki gelmez. Yazılanlar nedeniyle ya hiçbir şey yapmazlar ya da nadir de olsa bazı düzenlemeler yaparlar.
Bakanlık yetkililerinin sağlıkla ilgili yazıları, mutlaka bir değerlendirmeye aldığını biliyorum. Zaten doğru -benim de beklentim- olan da budur.
Kişilere gelince, üniversitelerde maalesef hocaların en azından bir kısmı okuma özürlü olduğundan, kendileriyle ilgili konuları bile takip etme zahmetinde bulunmazlar. Aylar, hatta yıllar sonra, sanırım bir başkası tarafından uyarıldıklarında bilgi sahibi olurlar ya da okurlar. Yazı yayımlanalı neredeyse bir yıl geçmiş, tık yok. Bir bakarsın, her sabah selam veren hoca, selamı sabahı kesmiş. O zaman anlarım, yazıdan ancak yeni haberdar olduğunu. Uykudan yeni uyandığı için, içimden “Günaydın, ancak yeni mi haberin oldu?” demek geçer. Yazıda bir eksiklik, yanlışlık, yanlılık ya da bir hata varsa, internetteki yorum köşesinde yorumunu yazabilirsin ya da gördüğünde söyleyebilir, açıp telefon edebilirsin. Bunda en ufak bir gocunmam olmaz. Ama o cesaret çoklarında bulunmaz.
Bıkıp usanmadan yazıp çizenler, üniversitelerde çoğu zaman sakınılacak kişi olarak görülürler. Hem imrenilip kıskanılır hem de çoğu zaman nefret edilirler. Tüm bunlara rağmen, bu devirde, yanlışları, eksiklik ve haksızlıkları dile getirmek için insanda mangal gibi yürek olması lazım. O yürek sizde varsa, okur, araştırır yazarsınız. Yoksa çoğunluğun yaptığı gibi, sadece susup yutkunursunuz.