Son yıllarda TÜBİTAK’ın, araştırma-geliştirme (AR-GE) projelerini desteklemek için sıkça çağrı yaptığını ve bunun sıklığını da artırdığını biliyoruz. Tüm bilim insanlarının en az bir TÜBİTAK projesi yapması için de teşvik ediyor. Ama biz yapamıyoruz, yapmıyoruz…
Sorun ne olabilir, diye sorguluyorum! Çok yoğun tempoda çalışıyoruz, diye bir yorum olabilir. Muhtemeldir! Ancak kesin değildir. Neden mi? TÜBİTAK ödül töreninde tanık oldum. Çok meşgul olmasını beklediğim biri; Erciyes Üniversitesi Rektörü Sayın Keleştimur ödül aldı. Kendisine de ifade ettim; büyük bir başarı. Hem rektörlük yapacaksın hem de çalışma yapıp ödül alacaksın. Saygıyla eğiliyorum Hoca’nın önünde. Demek ki zaman iyi kullanılabilir. Bu da bir gerekçe olamaz.
Olanakların kısıtlı olması elbette bir neden olabilir. “Webometrics”i inceledim. Aynı üniversiteden çok başarılı biri varken, olanaklar her şeyi etkiler, diyemiyor insan. Ben de kendi üniversitemden kendi fakültemden Prof. Dr. Lut Tamam ile gurur duydum. Psikiyatri gibi bir alanda ilk bine girebiliyor. Unutmadan, Prof. Dr. Keleştimur orada da yukarılarda bir yerde. İkinci bahane de tutmadı. Olanaklar herkes için aynı!
Her şey kişisel yeteneklere dayanıyor gibi görünüyor. Bu, kişilerle sınırlı tutulamayacak kadar önemli ve ciddi bir meseledir. Çünkü geleceğimizden söz ediyoruz. Zaman zaman suçlayacak çokça şey buluyoruz sınırlı ve niteliksiz üretimlerimiz için. Aslında böyle bir lükse sahip değiliz. Elbette deterministik bir yaklaşıma ihtiyaç duymaktayız. Nedeni bilmezsek çözüme gidemeyiz. Ancak, nedenlerimiz arkasına sığınacak bahaneler değil, çözümler önerecek şekilde argümanlar hâline getirilebilmelidir.
Şüphe yok ki eğtim sistemimiz bu işten sorumlu tutulabilir. Sorumlu tutulmalıdır da! Soru sormaktan korkan, soru sormayı bilmeyen, sorduğu sorunun yanıtı öğrenmekten ziyade karşıdakini zor duruma sokmak için soran bir anlayış var.
Kişisel olarak istiyorum ki her toplantıda sorular sorulsun, istiyorum ki cevabını bilmediğimiz sorular sorulsun, istiyorum ki sorduğumuz soruların cevapları kitaplarda yazmasın. Ben istiyorum diye bunlar olacak değil tabii ki. Çevremdeki gençlere soruyorum nasıl ders çalışıyorsunuz, diye? Yanıtlar can acıtıcı! “Hocam biz Gizem’in notlarından çalışıyoruz!” Pekâlâ, kitap okuyan kaç kişisiniz? Cılız birkaç el… Kalksa mı kalkmasa mı? Makale takip eden var mı diyeceğim, sorma sakın diyorum kendi kendime.
Soru sormak bir kültür işidir. Merak etmek gerek. Soru soranı desteklemek, sırtını sıvazlamak gerek. Neyse! Öte yandan da çok güzel işler oluyor. Bir öğrencim, toplantıda söz istedi ve dedi ki “Ben araştırma yapmak istiyorum.” İnanılmaz mutlu bir andı. Hemen destekledik ve iki araştırmada aktif olarak yer aldı. Öğrencilerim bana elektronik posta atmışlar ve sordular; bizim bilimsel danışma kurulumuzda yer alır mısınız? Ne demek yer almamak! Ben bu günlerin hayali ile yaşadım. Araştırmacı nasıl olunur, ne yapmalıyız, dediler. Önümüzdeki günlerde kurs talep ettiler. Ne büyük umut!
Üniversitelerde bilimden, araştırmadan ve eğitimden başka ne olabilir ki? Özgür düşünce olmadan bunlar olamayacağı için bunu zaten söylenmiş sayıyorum. Eğitim sistemimizi soru sormak, araştırmak ve belki de ütopik sayılacak düşüncelere açmak zorundayız. “Eğitim modelimizi tekrarcı, ezberci ve öykünmeci bir modelden; sorgulayıcı, yaratıcı ve üretken bir modele nasıl olur da evirebiliriz?” sorusunu sormak zorundayız. Tıp fakültelerinde bunu yapmak uzunca saatler herkesin acımasızca bilgi yüklenip, soruların cevaplarını araştırması ve sınaması ile mümkün olabilir. Artık bilgiye bu kadar kolay ulaşılabilirken, bilgi parmak uçlarımızdayken (Tablet kullanırken öyle oluyor.) hâlâ ezberlemek ne saçma. O halde eğitim problem çözme, soru sorma ve soruya yanıt arama şeklinde bir modele evrilmelidir. Elbette yanıtlar “google”da yazmayacak!
Türkiye’de tıp eğitimi ana bilim dalları bu yolda bir adımdır. Ancak olayın çözümü topyekûn bir bakış açısı değişikliğiyle olabilir. O hâlde üniversitelere alınacak tüm akademisyenlerin bir akademik eğitimden geçmeleri gerekmektedir. Üniversiteler asla ve asla istihdam alanları olarak değil, ülkenin geleceği olarak düşünülmeli ve yöneticiler bu yönde adımlar atmalıdır. Elbette üniversitelerin istihdam özellikleri de olabilir, ancak bu akademik kadrolar için değildir.
Akademisyenler mutlaka doçentlik sınavı ve profesörlük yükseltmeleri dışında da bir akademik değerlendirmeye tabi tutulmalıdır. Ancak bu değerlendirme, sadakat ve biat yönünde değil, tartışmasız liyakate dayalı olmalıdır.
Artık başımıza gelen her musibeti kader, fukaralık, dış güçler vs. ithaf etmek yerine olgunluk gösterip yüzleşmek ve sorumluluğumuzu üstlenmek durumundayız. Üniversiteler önemlidir. Hem de çok önemlidir. Gelecek buralarda şekillendirilir. Üniversitelerde akademik kadroların kalitesinden asla ve asla taviz veremeyiz, vermemeliyiz. Yapacak çok işimiz var. Bir yerden başlamak gerek. Başarı öykülerini dinlemek ve onlardan öğrenmek gerek.
Soru soran gençlerimizin sayısının artması dileklerimle…