Müslüman toplumlar ve özelde Türkiye toplumunda son 50 yıldır yaşanan olaylar şu değişimlerin Müslümanlık açısından yaşanmakta olduğunu bize göstermektedir. Birincisi, 1970’lerde giderek sağ düşünceden ayrışan ve bir üçüncü yol olarak tebellür eden İslamcılığın iddialı söylemleri ile karşılaşmaktayız. İkincisi, İslamcılığın 1970’li yıllardan itibaren siyasal ve toplumsal düzlemde giderek artan etkinliği söz konusu olmuştur; ancak son kertede İslamcılık başarılı temsiller ortaya koyamadığı gibi iddiaları ile kendileri arasında ciddi bir mesafe oluşmuştur. Üçüncüsü, meseleyi sınırlı alanda İslamcılık’tan dışarı çıkarak tüm Müslüman tecrübenin ürettiklerine yönelttiğimizde, burada da başarılı bir gelişmeden söz etmek çok mümkün görünmemektedir.
Hatta sorunu doğru bir biçimde vazetmek adına Müslümanların içinde yaşadıkları coğrafyada nasıl bir varoluş biçimi geliştirdiklerine dikkat kesilmek zorunludur. Birincisi, Müslümanlar giderek gerçeklikten kopmaktadırlar. İkincisi, ele aldıkları ve muhatap oldukları gerçeklikleri tarihsel teolojinin içerisine sıkıştırdıklarından çözüm üretme noktasında tıkanmışlardır. Böylece Müslümanların her üretimi kısıtlı bir dinsellik görüntüsü vermektedir. Üçüncüsü, bu varoluş biçimi dinsel cevap ve iddiaların gerçeklikten koptuğu oranda, Müslüman toplumlarda dine dair sorgulamaların artmasını sonuçlanmaktadır. Dördüncüsü, dinsel yorum ile gerçeklik arasında kalan Müslümanlar açıkçası yaşamak için gerçekliği tercih etmektedirler. Bunun sonucu olarak da, iddialarından uzaklaşarak eleştirdikleri konuma daha sıkı yerleşmektedirler.
Bu aslında Hıristiyan batılıların tarihsel süreçte yaşadığı bir tecrübeye çok benzemektedir. Hıristiyanlık üzerine sürdürülen takibat, nihayetinde olabildiğince Roma’nın kurum ve perspektifini içselleştirmesiyle imparator tarafında 300’lü yılların ardında Hıristiyanlığı resmi bir din haline getirmişti. Bunun ardından Ortaçağ boyunca Kilisenin tüm siyaset, toplumsallık ve kamusallığı temellük etmesiyle birlikte Kilise dolayımlı olarak dinsel hakimiyetin yaşanması söz konusu olmuştur.
Ortaçağ boyunca Kilisenin bir kurum olarak egemenliği süreç içerisinde bir tahakküme dönüşmüştür. Bu tahakküm nihai anlamda kutsal metinleri yorumlama yetkisinin kilise ve din adamlarında olması üzerinden daha da belirgindir. Papalık da nihai otorite olarak bu çerçevenin dışına çıkacak karşıt tez ve doktrinlere fırsat vermemiş ve giderek baskılar kurmuştur. Bu durum uzun vadede kilisenin doktrinlerinin giderek gerçeklikten kopmasını sonuçlanmıştır.
Kilisenin kutsal kitabı kendi temellüküne alarak burada bir manevra alanı bırakmaması, muhalif doktrinlerin gözünü gerçekliğin kaynağı olarak tabiata doğru çevirmelerine sebep olmuştur. Öncelikle Occamlı William’ın nominalizm yaklaşımıyla artık gerçek bilginin tümellerde değil, tek tek nesnelerde araştırılması gerektiği önerisi modern zihniyetin bir zeminini sağlayacaktı. Ardından Francis Bacon’ın atıfları ile gözler tabiata doğru çevrilmiştir. Sonraki süreçte tabiat kutsal gerçekliğin elde edilebileceği bir alan olarak konumlandırılmıştır. Burada tabiat kutsal kitabın dışında insanın gerçekliği okuyabileceği Tanrı dolayımlı bir alan olarak görülmüştür. Fakat ilerleyen süreçte insan ve tabiatın Tanrı’dan kopuşu da gerçekleşmiştir.
Kilise gerçeklikten koptuğu yetmezmiş gibi, gerçekliğe dair öneriler üzerinde de baskı kurmuştur. Bu tıkanmışlığın nasıl aşılacağı yönündeki çabalarda birkaç boyutlu değişim önemlidir. Birincisi, artık din ve Tanrı temel bir referans olmaktan çıkmaktadır. Çünkü gerçeklikten her bir kopuş kilise dolayımlı olarak dinin itibar kaybetmesini sonuçlanmıştır. İkincisi, bir kesinlik arayışının temel referans noktası olarak tabiata vurgu yapılırken, artık kesinlik tanrısal ve dinsel argümanlarda değil, yeni bilme tarzı ve geliştirilen yöntemde bulunmuştur. Bu bağlamda belki pozitivist yaklaşımın, kesinlik, yöntem ve yaklaşım olarak dinin yerine ikame olduğu söylenebilir.
Batı tarihinde pozitivizmin ilk başta uyandırdığı heyecan, daha sonraki süreçte ortaya çıkardığı handikaplar ve yetersizlikler sebebiyle eleştiri konusu olmuştur. En azından Karl Popper, Thomas Kuhn, Paul Feyerabend gibi isimlerin teorileri ve postmodern bakış açısı bilme tarzı, yöntemi, bilmenin sınırları ve kesinliği noktasında ciddi tartışmaları birlikte getirmiştir. Fakat Batı’da kesin bilgiye ulaşma çabaları, gerçeklikle ilişki vb. ciddiyetle takip edilen bir öge olmuştur. Nitekim pozitivizme o dönemde bilmede kesinliği sağlamak üzere dinin işlevi verilmiştir.
Müslüman toplumları bu bağlamda düşündüğümüzde total anlamda gerçeklikten kopuş sürecinin giderek hızlandığını görmekteyiz. Karşıt tezlere dinin içinden diye düşünülerek verilen her cevabın gerçeklikten koptuğu oranda, zihinlerde Müslümanlığın da yeni bir sorgunun konusu haline geldiği gözlemlenmektedir. Bunun ardından İslam’a yapılan her bir atıf paradoksal olarak insanların Müslümanlıkla olan mesafesini artırmaktadır.
Bu bağlamda Müslümanların acilen şu adımlarla hareket etmesi zorunlu görünmektedir. Birincisi, gerçeklikle sahici bir teması tekrar sağlamalıdırlar. İkincisi, gerçekliği kutsal metinlerle sınırlama gibi bir tavırdan vazgeçilmelidir. Üçüncüsü, farklı tezleri kesinlikle ilmi perspektifle değerlendirmelidir. Dördüncüsü, eleştirel düşünce her aşamada temel bir tavır olmalıdır. Beşincisi, sorunların tespiti ve çözüm önerileri kesinlikle ilmi usullerle gerçekleştirilmelidir.
Şu nokta belirtilmelidir ki, gerçeklikten kopuş bu şekilde devam ederse, pozitivist türden bir perspektife Müslüman toplumların varması sürpriz olmayacaktır. Hatta gerçeklikten kopuşun getireceği yabancılaşma, pozitivizme benzer bir perspektifi önemli bir aşama kılacaktır; her ne kadar pozitivizm geride kalmış görünse de. Belki de Müslümanların yanlış tavırlarını düzeltmeleri ve yeni bir hikaye yazabilmeleri için pozitivizm bir imkan ve aşama olarak devreye girecektir.
1 yorum
Görüşlerinize katılmakla beraber, başta bazı ilahiyatçılar olmak üzere, dinciler ve dinden nemalananlarca hemen kabul görmesinin oldukça zor olduğunu düşünüyorum.