Vazgeçilemez, ertelenemez bir tüketim maddesi olan ilaç, günümüz dünyasında kişilerin kendi imkanları ölçüsünde elde edebilecekleri bir mamul olmayıp; gereksinimi olan herkesin kolayca ulaşabileceği bir ihtiyaç olarak algılanmaktadır. Çağdaş bir toplum, çeşitli mekanizmalarla ilacın herkes tarafından erişilebilir olmasının yolunu açık tutmak zorundadır.
İlaç, toplumsal sorumluluk bağlamında üretilip, pazarlanan bir mamul olmakla birlikte, ancak, büyük sermayenin desteğiyle üretilebilen bir üründür. Bir ilacın geliştirilebilmesi, üretilebilmesi ve kullanıcıya kadar uygun koşullarda sunulabilmesi çok büyük ekonomik kaynak ve çok büyük çabalar gerektirmektedir. Bu kaynağı sağlayanların ve üretim-geliştirme aşamasında emeği olanların beklentilerinin karşılanması gerekir ki süreç devam edebilsin, ilaç kullanıcıya ulaşsın.
İlaçta, üreticiyle tüketici arasındaki dengeyi koruyabilmek kolay değildir. Uygun pazar koşullarında, üretici ile tüketici karşı karşıya geldiğinde doğal olarak bir dengenin oluşacağı kabul edilir. İlaç sektöründe ise durum çok farklıdır. İlaç, asıl olarak hasta için üretilen bir mamuldür. İlacın nihai alıcısı hastadır. Ne var ki ilaçta, çok sayıda gerçek veya tüzel kişi, üretici ile tüketici arasına girmektedir. Çoğu zaman, hasta, tüketeceği ilacı kendi seçememekte; onun adına bir başkası karar vermektedir. Üstelik araya giren, sadece hekim değildir. Ecza depoları, eczacılar, özel sigorta veya sosyal güvenlik kurumları, maliye ve sağlık bakanlığı gibi taraflar, hangi ilacın nasıl kullanılacağı kararına müdahil olmaktadırlar. Gariptir ki asıl kullanıcı olan hastanın, bu süreçte, hemen hiçbir aktif rolü yoktur. Bu durum, yukarıda sözünü ettiğimiz üretici-tüketici arasındaki doğal dengenin kurulmasını güçleştirmektedir. Çünkü, ancak kendi parasıyla kendi ihtiyacını satın alacak olan kişi, maliyet/yarar ikileminde en uygun kararı verebilir. Kendi parasıyla başkasının ihtiyacını veya bir başkasının parasıyla kendi ihtiyacını satın almaya kalkışan kişinin, bu bağlamda optimal karar verebilmesi daha güçtür. Gerek işin doğasında var olan bu zorluktan ve gerekse kontrol edilebilir diğer faktörlerden dolayı, ülkemizde irrasyonel bir ilaç tüketimi söz konusudur. Türkiye’de akılcı ilaç kullanım ilkelerinin hayata geçirilemediği; buna yönelik eğitim ile denetimin yapılamadığı ve bu durumun gereksiz ve yanlış ilaç tüketimini artırdığı, hekim-ilaç endüstrisi ilişkilerinde etik dışı uygulamalara zemin hazırladığı bilinmektedir. Örneğin, Avrupa ve ABD’de ilaç giderleri, sağlık harcamalarının %15-20’sini oluştururken, Türkiye’de bu rakam %50’yi buluyor. Yine, 2002’de ilaç tüketimimiz 3 milyar dolarken, 2003’te %40 oranında artarak, 4,2 milyar dolara ulaştı. Oysa, aynı sürede ABD pazarı %11, Japonya pazarı %12 oranında büyüdü. Türkiye’de ilaç harcamalarının gayri safi milli hasılaya oranı ise, 2003’te %1,7 oldu. Oysa, bu oran AB’ye üye ülkelerde, %0,5-1,2 arasında değişiyor.
Bu irrasyonel gidişten dolayıdır ki son yıllarda ülkemizde, genelde sağlık politikalarında ve özelde ilaç politikalarında önemli dalgalanmalar, dönüşümler, değişimler gözleniyor. Çünkü, Türkiye ilaca büyük paralar ödüyor. Maliye Bakanlığı, Bağ-Kur, SSK ve Emekli Sandığı gibi sosyal güvenlik kurumları ilaç giderlerini azaltmak için önlemler almaya, çözümler geliştirmeye çalışıyorlar. İlaç maliyetlerini azaltma arayışı içerisinde, son birkaç yıldır Maliye Bakanlığı, Bütçe Uygulama Talimatnamesiyle (BUT), ilaç reçetelenmesinde çeşitli kısıtlamalar getirmektedir. Bu kapsamda kimi antibiyotikler de yer alıyor. Bazı antibiyotikler, sadece infeksiyon hastalıkları uzmanlarınca (EHU) yazılabiliyor. Reçetenin, tedavi rehberlerine uygunluğunu esas alan bir uygulama yerine; ilacın kimin tarafından yazılacağı üzerine kurulu bir strateji tercih edilmiş durumdadır. Bu durum, pratikte az sayıda hekime, hem büyük bir iş yükü getirdi hem de kişisel, keyfi uygulamalarla bazı suistimallere kapı açtı. Hekimler arasında büyük tartışmalar, sorunlar yaşandı, yaşanıyor. Peki, infeksiyon hastalıkları uzmanının tercih ettiği tedavi rejiminin doğru olup olmadığına kim, nasıl karar verecek? Bu konuda bize göre doğru olan, ulusal veya uluslararası tanı tedavi rehberlerinin esas alınması, bu rehberlere ters düşen bir tercih söz konusu olduğunda, hakem olarak infeksiyon uzmanının görüşünün kabul edilmesidir. Ayrıca, bir hekimin sorumluluğu altında olan bir hastanın tedavisini, bir başka hekimin belirlemesi doğru değildir. Davul kimde ise tokmak da onda olmalıdır. Bu uygulama, hekimin mesleki yetisine de bir müdahaledir. Onun tedavisinin ve mesleki başarısının riske edilmesidir. Örneğin, hasta iyileşmediğinde veya daha kötüsü kaybedildiğinde, hastayı yatıran hekim mi, yoksa müdavi hekimin yazdığı ilacı onaylamayıp tedaviyi değiştiren hekim mi, hasta yakınlarına ve yasaya karşı hesap verecektir? Bir göğüs hastalıkları uzmanının kliniğinde yatmakta olan pnömonili bir hastasını, Sağlık Bakanlığı’nca da onaylanan Pnömoni Tanı Tedavi Rehberine uygun olarak, tedavi edemez duruma düşürülmüş olması, bize göre, hekimlik mesleğinin onuruna da hasta haklarına da ters düşen bir uygulamadır. Hasta haklarına ters düşmektedir, çünkü nihayette faturayı hasta ödemektedir. Örneğin, pnömonide ilk 8 saat içerisinde doğru tedaviye başlanmadığında mortalite anlamlı olarak artıyor. Bir göğüs uzmanının pnömoni tanısı koyduğu ve Psödomonas veya metisilin dirençli Stafilokoksik etyoloji düşündüğü bir olguda, hastaya tedaviyi verememesi çok sakıncalıdır. Geceleyin, hafta sonunda, bazen mesai saatleri içerisinde bile, bir infeksiyon uzmanına ulaşıp, bu tedaviyi onaylatmak hemen mümkün olmayabilir. Bu durumda hastanın sağlığı riske edilmiş olmaktadır. Tasarruf amacıyla hasta mortalitesini artıracak bir yaklaşım benimsenemez.
Yine, ülkemizde çok sayıda örneği olan özel dal hastanelerinde ciddi sorunlar yaşanmaktadır. Bu hastanelerde ne infeksiyon ne de çocuk ve iç hastalıkları uzmanları bulunmamaktadır. Acil durumlarda bile hastalar, ölüm riskine rağmen, gerekli antibiyotikleri alamamaktadırlar. Örneğin: pnömoni gibi ölümcül bir hastalık karşısında, göğüs hastanesindeki bir uzman hekimin, adeta elleri kolları bağlanmaktadır.
Bazı Avrupa ülkelerinde ve ABD’de, antibiyotik kullanımında bazı sınırlamaların olduğunu yadsımamak gerekir. Ancak bunlar, genellikle hastane bazında, lokal patojen spektrumu ve antibiyotik direnci verileri dikkate alınarak, tüm tarafların katıldığı tartışmalar sonucunda hep birlikte (kurumsal ortak akıl ile) belirlenmektedir. Oysa, bizde kısıtlama getirilen ilaçların neye göre seçildiği, kararın kimler tarafından verildiği açık değildir.
Türkiye’de ilaç kullanımında, ciddi bazı yanlışların olduğu bir gerçek. Ancak, sistemin bu tür yanlışlara fırsat tanıdığı da açık. SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı gibi kurumların, giderlerini kısmak, suistimalleri azaltmak üzere bazı tedbirler almaları doğaldır ve en başta sigortalıları olmak üzere herkesin lehinedir. Ancak, bu tedbirler, hastaların sağlığına zarar verip, tedavilerini aksatacak şekilde olmamalıdır. Hekim ve eczacıların, mesleki yeti ve onurları korunmalıdır. Sosyal güvenlik kurumlarının ödemelerinde Tanı-Tedavi Rehberlerine uygunluğu esas almaları; hekimlerin akılcı ilaç kullanımı konusundaki mezuniyet öncesi ve sonrası eğitimlerinin sağlanması; ilaç tanıtımında promosyonun mutlaka etik ve makul sınırlara indirgenmesi ve denetlenmesi; hastaların ve halkın, yanlış ilaç kullanımının ve ilaç israfının önlenmesi konusunda eğitilmesiyle daha iyi bir düzeye ulaşılabilecektir.