Değerli dostlar, yeni yılın ilk günlerinden hepinize selamlar. Yıl yeni ama, ne yazık ki konularımız hep eski hep sürüncemede kalan başlıklar. 2009 yılının Kasım ayında “Ulusal Biyogüvenlik Yasası niçin gereklidir?” başlıklı bir yazı yazmıştım. Yasa çıktı da ne oldu peki? Şimdi aynı konu üzerinde yeniden yazmak gereğini hissediyorum. Neden mi? Çünkü; 23 Aralık 2011 tarihinde Biyogüvenlik Kurulu genetiği değiştirilmiş 13 çeşit mısırın ülkeye girişine izin verdi. Genetiği değiştirilmiş organizmaların, yani GDO’ların ülkeye girişini düzenleyen Biyogüvenlik Kanunu’na göre, bu tür gıdaların ithali için başvuru yapılması gerekiyor. Kurul bu gıdaların istenip istenmediğini ve kamu sağlığına bir zararı olup olmadığını araştırıyor. Sivil topluma bu gıdalar hakkında “Ne düşünüyorsunuz?” diye sorması gerekiyor. Sordular da. Bunun üzerine tüketici örgütleri ayağa kalktı. Yüz binden fazla kişi bu gıdaları istemediğini kurula bildirdi. Sonuç değişmedi. Bakın bu konuda Radikal Gazetesi yazarlarından Koray Çalışkan ne diyor:
Atılan ilk adım, yem sanayicilerinin başvurusuyla oldu ve GDO’lu mısırların yalnızca hayvan yemi için kullanımına onay çıktı. Bilimsel olarak GDO’ların insan sağlığına ve çevreye negatif etkisi de biliniyor. GDO’lu ürünleri üreten ve satan şirketlerin GDO’lu gıdaların etiketlerinde GDO’lu olduğunun belirtilmesine dair tüketici örgütlerinin taleplerini dinlememeleri de bu nedenle. İçinde GDO’lu tarım ürünü olduğunu bilen kimse onu satın almak istemiyor. Avrupalı tüketicilerin yüzde 71’i GDO’lu tarım ürünlerine karşı.
İşin en kötüsü de ne biliyor musunuz? Ürünlerinde GDO kullanmayan üreticilerin bunu yazması bile yasak. Haksız rekabete giriyormuş çünkü. Tabii ‘GDO istemiyorum’ demek bir miktar saf dillilik oluyor. Bugün için Türkiye tarımında ne yazık ki yem bitkilerinde en az yüzde 50 açık olduğu da bir gerçek. Üretim yetersizliği nedeniyle ithalat kaçınılmaz. Günümüzün şehir toplumlarında çocukluğumuzun yüzde 100 doğal domatesini bulmak ise zaten artık mümkün değil. O domates artık ne yetiştiriliyor ne de satılıyor. Çünkü market toplumunda o domatesin artık ne transportu ne de raf ömrü söz konusu değil. Yani günümüz koşullarında GDO’ya yüzde 100 hayır demek var olan et, meyve ve sebze maliyetlerinin birkaç kat artışı demek olur ki, alım gücünün düşük olduğu toplumumuz için bu da bir felaket olur gibi gözüküyor. Tüm bu nedenlerle tarım politikamızı yeniden gözden geçirmeden GDO’lu ürünleri yaşamımızdan tam anlamıyla silmemiz de mümkün gözükmüyor. Zaten bir kısım ziraat hocalarımız da kendi GDO’lu tohumlarımızı oluşturalım diyorlar. Bugün için kendi tohumlarımız ne yazık ki “kaçak ürün” muamelesi görüyor.
GDO’lu mısırların insan tüketimi için doğrudan kullanılmayacağını nereden biliyoruz? Ziraat Mühendisleri Odası olmasa, kaçak 6600 ton GDO’lu mısırın tüketilmeden hemen önce 12 Temmuz’da Bandırma’da yakalanması imkânsızdı. GDO’lu yemlerin hayvana, oradan da insana geçtiği ve zararlı etkileri olduğu hakkında onlarca bilimsel yayın var. Bunlar ABD Tarım Bakanlığı yetkililerinin ya da Purdue Üniversitesindeki gibi en gelişmiş ziraat fakültelerinin yayımladığı raporlar. Don M. Huber’in European Journal of Agronomy adlı dergide 2009’da yayımlanan çalışmasında herbisit tolerans geni aktarılmış, yani GDO’lu soya fasulyesi ve mısırda, elektron mikroskobuyla görülebilen yeni bir patojene sahip olduğunu gösteriyor. Bu patojenin bitki, hayvan ve insanlar için önemli sağlık sorunlarına neden olabileceği uyarısı yapılmış. Don Huber, laboratuvar denemeleri sonucu kısırlık görülen ve düşük yapan birçok besi hayvanında bu organizmanın varlığının doğrulandığını vurgulayarak, “Süt işletmelerindeki danalarda kısırlık oranı yüzde 20’nin üzerine çıkıyor ve sığırlarda düşük yapma oranı yüzde 45’e kadar yükseliyor.” Şeklinde açıklamalarda bulunuyor.
Bununla ilgili daha ayrıntılı bilgiye http://www.non-gmoreport.com/articles/may10/consequenceso_widespread_glyphosate_use.php isimli internet sitesinden ulaşmak mümkün. Günümüzün flaş hastalıkları olan Alzheimer ve Parkinson’un bu nedenle oluşabileceği de artık modelsel olarak kanıtlanmış durumda. Pastörizasyonun yenen ette ve içilen sütte GDO kalıntısını yok etmediğini gösteren makale, Uluslararası Hijyen ve Çevre Sağlığı Dergisi’nde yeni değil, tam altı yıl önce yayımlandı. Sonuç olarak, GDO’lu gıdaların ve hatta hayvan yemlerinin zararlı olmadığı doğru değil. Bunun içtiğimiz süte yansıması ise bir başka makalenin konusu. Esen kalınız.