Görmeye, duymaya alıştık, hatta kanıksadık artık. Yine yüksek hızlı tren kazası oldu. Bu kez, başkent Ankara yakınlarındaki Marşandiz istasyonunda. Dokuz ölü, elliye yakın yaralımız var. İlk gün TV’de görüntülü olarak da verildi. Sonrasında olaya sansür mü geldi ne, arka haberlerde bile çıkmaz oldu. Halkımız kanıksadı. Yorum yapan yok, gazeteler bile habere rağbet etmemiş. Arada bir gazetede yer kalırsa fotoğraflarını koyuyorlar. Daha sonra üç görevlinin tutuklandığı söylendi. Hepsi o kadar.
Bundan kırk küsur yıl öncesinde, ihtisasımı mezun olduğum fakülte olan Ankara Tıp Fakültesi Kadın Doğum Kliniği’nde yapmıştım. Birden anılarım aklıma geldi ve Turan hocamızı anımsadım. Nurlar içinde yatsın, Prof. Dr. Turan Bayçu hocamız, herkesin saygı duyduğu ilginç bir kişilikti. Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra tıp tahsilini kırklı yıllarda İsviçre’de tamamlamış. Fransızca ve İngilizceyi ana dili gibi bilen, klasik müziğe meraklı bir hocamızdı. Biz o zamanlar diğer hocalarımızın yanına bile zor yaklaşırdık. Onlar burunlarından kıl aldırmazken, hocamızla rahatlıkla sohbet edebilirdik.
Muayenehanesi olan hocalar öğleyin oldu mu hemen klinikten ayrılırlardı. Hocamızın ise muayenehanesi yoktu. O hep tam gün çalışırdı. Diğer tam güncü hocalar hasta peşinde koşarlarken, onun özel hasta baktığını hiç görenimiz olmamıştı. Poliklinik sekreterlerinin camında tam güncü hocaların listesi asılı olurdu. Devamlı özel hasta bakan hocalar bilindiğinden, sekreterler hastaları doğrudan onlara yönlendirirlerdi.
Bir keresinde, hasta ısrarla Turan hocaya muayene olmak istediğinde, kliniğe yeni başlayan sekreter kızımız telefonla hocayı arayıp haber vermek durumunda kalmış. Biz asistanlar, o sırada hocayla doktor odasında sohbet ediyoruz. Telefon çaldı, arayan poliklinik sekreteri, hocayla konuşmak istiyor. Ahizeyi alan hocamız aynen şöyle demişti: “Ne hastası kızım, sen yenisin herhalde, benim özel hasta bakmadığımı bilmiyorsun, kızım sen onu ‘patlak göz’e gönderiver.”
Hocanın ameliyata girdiğini dört yılda bir kez görmüştüm. Tüm gün sigarası, ağızlığı, elinden düşürmediği anahtarlığıyla koridorlarda, başhemşire odasında ya da asistanların yanında olurdu. Sırtından tertemiz beyaz gömleğini hiç çıkarmazdı. Elbiseyle, hatta sakallı olarak görenimiz olmadı. Devamlı, “Modern erkek kravat takar; her gün duş alıp, tıraş olur, ayakkabısı da devamlı boyalı olur.” derdi. Sohbetlerde, bugün ne diyecek diye hepimiz onun ağzına bakardık. Hocamız öğrenci derslerini hiç aksatmaz, ancak nadiren vizite çıkardı. Onun esas ilgilendiği konu trofoblastik hastalıklardı. Kliniğe bir mol veya koryokarsinoma vakası geldiğinde en önce hocamız duyar, tetkiklerini istetir, hastanın tedavisini ayarlar, asistanları yönlendirir ve hasta taburcu olana kadar çok yakından ilgilenirdi.
Biz; yetmişli yıllarda Pioneer pikabı, Maranz amplifikatörü hocamızdan duyardık. Klasik müzik dinlerdi. İstanbul Boğazı, Kireçburnu’nda babadan kalma yalılarının tadilat işleri için Anıtlar Yüksek Kurulu’yla devamlı cebelleşir dururdu.
*“Yetmişli yıllar fakültede öğrenciyiz. Kadın doğumda staj yapıyoruz. Henüz doğum görmediğimizden çok da merak ediyoruz. Bir sabah, doğum var diye hepimizi doğumhaneye aldılar. Salonda en az kırk kişiyiz. Hasta doğum masasında, yan tarafta cerrahi aletler hazırlanmış. Asistan, ‘ıkın hanım’ diye devamlı bağırıyor. Hasta çığlıklar içinde haykırıyor. Ağrısı geldiğinde, yukarıdan birisi bastırıp duruyor, hasta ıkınıyor, ancak bir türlü doğuramıyor. Çömez asistan kıdemlisini çağırdı, vakum takıldı. Ancak, hasta yine doğuramadı. Sırasıyla uzman, doçent, profesör hepsi geldi uğraştı, hasta yine doğuramadı. Hepimiz heyecan içindeyiz, onun yerine biz ıkınıyoruz. Derken birileri ‘Turan hocayı çağıralım’ dedi.
Hoca geldi, işi çok çabuk bitireceğinden emin olmalı ki ağızlığının ucundaki sigarasını mermer tezgâhın kenarına, yanar vaziyette koydu. Eldiven giyip önce hastayı dikkatlice muayene etti. Ardından ‘Forseps getirin’ dedi. Forseps kaşıklarını taktı. Önce şöyle bir kontrol etti. Yavaşça çekerek çocuğu çıkarttı. Hasta doğurmuştu. Çocuk hemen ağlamaya başladı. Hepimiz derin bir nefes aldık. Bebekte, annesi de sağlıklı idi.
Turan hoca eldivenlerini çıkarttı. Yanık bıraktığı sigarasından bir nefes aldıktan sonra, ancak yanındakilerin duyabileceği bir sesle, ‘Şunu öğrenemediniz gitti’ dedi ve çıktı gitti.”*
Sınıf arkadaşım Prof. Dr. Ömer Uluoğlu’ndan alınmıştır.
Hızlı tren işletmeciliğini öğrenmeleri için, merak ediyorum acaba daha kaç tren kazası gerekecek. Daha kaç masum vatandaşımız ölecek!