Tıp fakültelerinde eğitim alan hekim ve uzman hekim adayları (öğrenci ve asistanlar), üniversite hastanelerinde usta-çırak yöntemiyle pratik yaparak yetişirler. Geleceğin hekimleri, en güncel bilgiyi; en yeni ve güvenilir teşhis-tedavi yöntemlerini, en modern tıbbi cihaz ve teknolojiyi kullanarak mezun olmalıdırlar. Ancak, modern bir hastane kurup teknolojiyi sürekli yeni tutmak kolay değildir. En başta nitelikli insan gücü ve ciddi bir mali kaynak gerektirir. Ne var ki, üniversite hastanelerine eğitim bütçesinden mali kaynak aktarılmamakta, tamamen kendi döner sermaye gelirleriyle yetinmesi istenmektedir.
Üniversite hastanelerinin bir diğer çıktısı da bilimsel araştırmalardır. Öğrenci ve asistanlar, eğitimleri sırasında üniversite hastanelerinin klinik, poliklinik, ameliyathane ve laboratuvarlarında tez veya tez dışı bilimsel araştırmalar gerçekleştirirler. Bir bilimsel araştırmanın nasıl planlanıp yürütüldüğünü; bilimsel makalenin nasıl yazılıp yayınlatıldığını ancak bu şekilde öğrenirler. Tıp fakültesi öğretim elemanları da bilimsel projelerini, üniversite hastanelerinin altyapısını, tıbbi cihaz ve teknolojik olanaklarını kullanarak gerçekleştirirler. Bunların finansmanı da üniversite hastanelerinin döner sermayelerinden karşılanır.
Eğitim ve araştırmaya büyük miktarlarda para harcayan üniversite hastanelerinin asıl gelir kaynağı (ortalama %70-80) SGK’dan aldığı geri ödemelerdir. Daha az olarak (%10-15) Yeşil Kartlılar, memur ve bakmakla yükümlü oldukları yakınları ile TSK mensuplarına sundukları hizmetler karşılığında, ilgili kurumların bütçelerinden tahsilat yaparlar. Bir o kadar ise (%10-15), özel muayene, özel ameliyat gibi işlemler karşılığında doğrudan hastalardan ücret tahsil ederler. Özel sağlık sigortalılar, sayıca çok az olduğundan önemli bir yekûn oluşturmaz. Üniversite hastanelerinin diğer hizmet hastanelerinden farklı olarak elde edebildikleri gelir kaynağı özel işlem karşılığında doğrudan vatandaştan alınan katkı payıdır. SGK ve diğer kurumlardan alınan paralar, zaman içerisinde (bazen yıllarca sürebiliyor) gecikme ve kesintilerle tahsil edilebilirken; hastadan alınan katkı payı, anında sıcak nakit girişi sağlayarak, üniversite hastanelerinin hayati ve düzenli ödemelerinde (elektrik, telefon, yemek, güvenlik, temizlik, sekreterlik ve teknik hizmetler gibi) ve hastalara kullanılacak tıbbi malzeme alımlarında çok işe yaramaktadır. Ancak bu gelir kaynağı, gündemde olan Tam Gün Yasa Taslağı kabul edilirse ortadan kalkacaktır.
Üniversite hastaneleriyle aynı gelire sahip olmakla birlikte, hizmet hastanelerinin giderleri sadece sağlık hizmetiyle sınırlıdır. Oysa üniversite hastanelerinin, sağlık hizmeti yanında eğitim ve araştırma gibi fazladan iki çıktısı söz konusudur. Ayrıca, üniversite hastanelerinde üretilen sağlık hizmetlerinin maliyetleri, hizmet hastanelerine göre çok daha yüksektir. Çünkü, üniversite hastanelerine başvuran hastalar, diğer sağlık kurumlarında tanı konulamamış, tedavi edilememiş, tanı-tedavisi zor komplike hastalar olup, bu olgulara çok sayıda, ayrıntılı, ileri, pahalı tetkik ve girişimler uygulanır. Üniversite hastanesinde, hasta başına düşen personel, tüketilen zaman, verilen emek, harcanan malzeme, kullanılan cihaz, uygulanan teknoloji çok daha fazladır. Buna karşın SGK ve Maliye Bakanlığı, SUT ve BUT çerçevesinde hizmet hastaneleriyle aynı usul ve kurallarla üniversite hastanelerinden hizmet almaktadır. Üniversite hastanelerine tanınan küçük oranlardaki ücret fazlalığı, farkı telafi etmekten çok uzaktır. Ayrıca SUT ve BUT fiyatları tamamen irrasyoneldir. Örneğin; bir üniversite hastanesinde tuvaletli, tek kişilik bir oda ücreti, üç öğün yemek dahil 15 TL’dir. Bunun asgari 11 TL’si, yemek üreten ticari firmaya ödenmektedir. Kalan 3-4 TL ile tıbbi bakım, elektrik, ısıtma, aydınlatma, soğutma, temizlik, güvenlik, kayıt, kırtasiye, ödenmeyen sarf malzemeleri (enjektör, alkol, pamuk, sargı bezi vb.) gibi masrafların karşılanması mümkün değildir. Bu ücret politikasıyla, üniversite hastanelerinde güncel tanı ve tedavi yöntemlerini, ileri teknolojiyi, bilimsel gelişmelere uygun tıbbi girişimleri uygulama imkânı kalmamaktadır. Bunlar bir tarafa, rutin hizmetlerin bile bu koşullarda verilmesi imkânsızdır. Hizmet hastaneleri, tetkik ve tedavi maliyetleri düşük, sorunsuz, riski düşük hastaları kabul edip, düşük maliyet ve az hizmetle yüksek gelir temin ederken; riskli, ileri yaşlı, ek hastalığı olan, komplikasyon gelişen olguları tıp fakültelerine göndermektedirler. Üniversite hastaneleri, kimsenin sahip çıkıp üstlenmediği; tanı ve tedavisi güç ve uzun süren; yaşlı, ek hastalığı olan, komplike ve riskli hastaları kabul ettiği için ekonomik olarak mağdur olmaktadır.
Üniversite hastanelerinin, dezavantajları, sadece gelir azlığıyla sınırlı değildir. Üniversite hastanelerinin döner sermaye gelirlerinden kesilen hazine payı %5 iken, devlet hastanelerinde bu oran %1’dir. Üstelik bir o kadarı da bilimsel araştırmalara ayrılmaktadır ki, devlet hastanelerinin böyle bir harcama kalemi yoktur. Devlet, Sağlık Bakanlığına bağlı hastanelerin kamu kurumlarına karşı birikmiş borçlarını, elektrik, su giderlerini affedip sıfırlarken ve hatta onlara borçlarını ödemeleri için doğrudan para gönderirken; üniversite hastanelerine bu tür kaynak aktarımı yapılmamaktadır. Sağlık Bakanlığı hastanelerinin yapı, inşaat, bakım ve onarım maliyetleri genel bütçeden karşılanırken; üniversite hastanelerine bu konuda bütçeden kaynak kullandırılmamakta ve tamamen kendi döner sermayelerine havale edilmektedir. Sağlık Bakanlığı, kendi hastanelerine genel bütçeden cihaz, hatta bazen tıbbi malzeme ve ilaç temin ederek dağıtmakta; üniversite hastaneleri ise bu ihtiyaçlarını tamamen döner sermayelerinden karşılamaktadırlar. Sağlık Bakanlığı hastanelerinde istihdam edilen 4/B sözleşmeli personel maaşları kısmen genel bütçeden ödenirken, tıp fakültelerinde bu maaşlar bütünüyle üniversitenin döner sermayesinden karşılanmaktadır.
Kamuda işten ayrılan her dört memurun yerine, ancak bir kadro izni verilmekte ve bunun sonucunda memur kadroları giderek erimektedir. Eksilen elemanlar, maaşları döner sermayeden ödenen 4/B sözleşmeli personel veya hizmet alımı yoluyla telafi edilebilmektedir. Hemşire azlığından servisler açılamamakta/kapatılmakta; acil, yoğun bakım, yanık vb. ünitelerde standartlara uygun sayıda hemşire ve diğer eleman temin edilemediği için komplikasyonlar, hastane enfeksiyonları, hatta salgınlar ve bunlara bağlı ölümler ortaya çıkmaktadır.
Üniversite hastanelerinin, döner sermayelerindeki bu sorunlar nedeniyle personeline döner sermaye ödemeleri giderek azalmış ve hizmet hastanelerindeki performans ödemelerine kıyasla tıp fakültesi çalışanları aleyhine ciddi bir dengesizlik oluşmuştur. Hemşirelerimiz, döner sermaye gelirlerinin azlığından dolayı Sağlık Bakanlığına bağlı hastanelere geçiş yapmak için sıraya girmişlerdir. Sağlık Bakanlığına bağlı eğitim hastanelerinde uzmanlık yapan arkadaşlarına oranla daha az döner sermaye geliri elde eden asistanlarımız, Tıpta Uzmanlık Sınavı’nda tıp fakültelerini tercih ettiklerine pişman haldedirler. Profesör kadrosundaki bir öğretim üyesi, yeni uzman olup Sağlık Bakanlığı hastanesinde işe başlamış ve hatta uzmanlık bile yapmayıp aile hekimi olarak atanmış bir pratisyen hekimin eline geçenin yarısı dolayında gelir elde etmektedir.
Görülen odur ki, kamu hastanesi statüsünde olmalarına ve 3. basamak sağlık hizmeti vermelerine rağmen, sağlık sistemimiz içerisinde üniversite hastaneleri, adeta üvey evlat muamelesine tabi tutulmaktadır. Sağlık Bakanlığının kendi hastanelerine sahip çıkıp gözetmesine ne söylenebilir? Asıl yadırgadığımız husus: Üniversite hastanelerinin sorunlarının, YÖK tarafından görülmemesi, sahiplenilmemesi, SGK ve Maliye Bakanlığı nezdinde savunulmamasıdır. Durum o kadar ciddidir ki, 80-90 milyon TL borcu olup, kapatılması gündeme gelen üniversite hastaneleri söz konusudur. Artık daha fazla gecikmeden, YÖK’ün, eğitim sorunlarıyla ilgili olarak “Tıp-Sağlık Bilimleri Eğitim Konseyi” gibi; hastanecilikle ilgili sorunların tartışılıp çözüm arandığı bir “Üniversite Hastaneleri Konseyi” kurulmalıdır.