Bu yazının ilk bölümünde “Yeni Bir Yükseköğretim Yasasına Doğru”başlığı altında Üniversiteler Kanunu’nun yeniden yapılandırılması girişimini ele alarak, böyle bir düzenlemenin yararına işaret ederken, biraz da üniversitelerimizin geçmişteki yasalarından söz etmiştim. Daha önce de belirttiğim gibi, bu bölümde bana göre düzeltilmesi gereken birkaç madde üzerinde duracaktım, fakat birinci bölümün yayımlandığı gün, Yükseköğretim Kurulu da (YÖK) daha kristalleşmiş olan bir taslağı “Yükseköğretim Kanunu Taslağı”başlığı altında yeniden kamuoyu tartışmasına sunmuş oldu. O nedenle bu yazıda, bazı maddeler hakkındaki düşüncelerimi yeni taslağı da dikkate alarak sizlerle paylaşmak istiyorum.
Rektör seçimi:Hatırlanacağı üzere, 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu’na göre rektör, o üniversitede görevli tüm öğretim üyelerinin katıldığı (doçent ve profesörler) bir seçimle iki yıl için seçilir ve birinci olan aday Cumhurbaşkanı tarafından doğrudan rektör olarak atanırdı. Yasada yazmamasına rağmen, üniversitenin farklı alanlarından sırasıyla rektör seçimine teamül olarak riayet edilirdi. Seçimle gelen o zamanki rektörlerin yetkileri, bugünkü parlamenter sistemimizdeki cumhurbaşkanı yetkilerine benzetilebilir durumdaydı.
Daha sonra, 2547 sayılı Kanun ile önce doğrudan, daha sonra da ne olduğu belirsiz bir sistemle rektör seçimi ve ataması Cumhurbaşkanına bırakılırken, bu atanan rektörlerin başkanlık sisteminde bile bulunmayan yetkilerle donatılarak üniversitelerde ceberrut bir yönetim sistemi oluşturmasına neden olduğu herkesçe bilinmektedir.
Yeni getirilen taslakta, gördüğüm kadarıyla bu iki yasadaki rektör yetkilerinin bir dengelemesi yapılmakta ve Mütevelli Heyeti sistemi getirilmektedir, bana göre iyi de yapılmaktadır. İki sistemin de sakıncaları üniversitelerimizi epeyce zora sokmuştur. Getirilmek istenen daha çağdaş bir uygulama olacaktır. Zira artık kurumlar CEO sistemi ile yönetilecek hale gelmiştir. Üniversitelerimizin istihdam ettiği insan gücü ve rektörün hükmettiği para miktarı dikkate alındığında, bu işleri meslek edinmemiş birinin altından kalkabileceği bir durum değildir ve nitekim de birkaç istisna hariç altından kalkılamamıştır. Ayrıca, bir üniversitede kendi bilim alanında çok başarılı olan birinin yönetici olarak atanması doğru olmadığı gibi, o kişinin yöneticilikte de başarılı olacağı diye bir kural yoktur ve tersi örnekler maalesef oldukça çoktur.
Artık üniversitelerimizin, son dönemde kurulanlar hariç, fiziki olarak ihtiyaçlarının olduğunu sanmıyorum. Binalar ve yerleşkedeki sosyal tesisler dışarıdan bakılınca oldukça görkemli görünmektedir, elbette içlerini bilemem. Geçenlerde uğrama olanağı bulduğum Pamukkale Üniversitesi binalar ve sosyal alanlar bakımından Avrupa’nın çok ilerisinde bir kuruluş olmuş; sayın rektörü buradan kutlamak isterim. Ama artık, üniversitelerin bilimsel olarak da Avrupa’nın önüne geçme zamanı gelmiştir ve öyle sanıyorum ki, bu işi de “YÖK Yasası Tasarısı Taslağı” sayesinde gerçekleştirmiş olacağız.
Öğretim üyesi:Öncelikle doçent olmak için tez sisteminin yerine konulan yayın sayısı sistemi artık miyadını doldurmuştur ve belki karma bir sistem uygulamakta yarar vardır. Kadrosu olmayan yere doçent ataması olamaz, dolayısıyla doçentlik bir kadro işidir ve adı üstünde, Almanca “öğretmenlik”ya da “okutmanlık”anlamına gelmektedir. Yani doçent, öğretimle ilgili bir kişi olduğu için, öncelikle bu kişinin okutacağı öğrencisi olmalı ve bir de pedagojik formasyonla donatılmış olmalıdır; bu da ancak üniversitelerde bulunmaktadır, dolayısıyla dışarıdan doçent olma yolu kapatılmalıdır.
Rahmetli Prof. Dr. İhsan Doğramacı tarafından 2547 sayılı Kanun ile üniversitelerimizde ihdas edilen yardımcı doçentlik “Ne kuş ne deve misali” bir kadrodur. O zamanki kanunda geçen öğretim üyesi sayısını tutturabilmek ve gelişmekte olan üniversitelerde öğretim üyesi eksikliği “yoktur” diyebilmek için yardımcı doçentlik unvanı ders verdirebilmek için getirilmiştir. Nitekim gelişmiş üniversiteler bu yardımcı doçentlik kadrosuna pek itibar etmemişler ve büyük çoğunluk gelişmekte olan üniversitelerde görülmüştür. Ondan önce, yani 1750 sayılı Kanun’a göre uzman olan ya da doktorasını veren kişi ya ders vermekle görevlendirilerek ya da “öğretim görevlisi”yapılarak derslere girmesi sağlanmaktaydı. Ayrıca, öğretim görevlisi olabilmek için de bugünkü yardımcı doçentlikten daha ağır koşullar vardı; örneğin; iki yıl beklemek gibi. Oysa bugün, insanları yardımcı doçent yaparak öğretim üyesi yetkisi verip aynı birimdeki doçent ya da profesör ile eşit haklara sahip hale getirdikten sonra, doçent olacağı zaman aynı kişilerin önünde sınava sokarak terletiyorsunuz. Bu kişi kendisini birden bire öğretim üyesi gibi hissedip ona göre davranışını ayarlarken yükselme umuduyla sınava girdiği zaman şaşkına dönmektedir. Böyle bir uygulama olmaz, başasistanlık ve öğretim görevliliği sistemi iyileştirilerek yardımcı doçentlik yerine ikame edilmelidir. Mevcutlar ise kazanılmış haklarını elbette korumalıdır.
Öğretim elemanlarının sözleşmeli olması da üniversitelerdeki ataleti belirli ölçüde önleyecek bir sistemdir. Girdiği kadrodan hiçbir iş yapmadan emekli olan bir öğretim elemanı dünyanın gelişmiş ülkelerinde yoktur. Bana gore, YÖK Başkanı tarafından önerilen sistem denenmesi gereken bir sistemdir.
Sonuç olarak, daha önceki yazımda da belirtiğim gibi, yeni bir üniversiteler yasası hazırlanmasına ilişkin YÖK Başkanının girişimini bir fırsat olarak görüyorum ve bu fırsatın kaçırılmamasını diliyorum.
Aslında bu seriyi iki yazı ile bitirmek niyetindeydim, ama galiba üçüncüsünü de yazmak zorunda kalacağım.
Yeni bir konuda yeniden buluşuncaya kadar esen kalın, sağlıklı kalın.