Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi Başkanlığı, “13 üniversiteye bağlı tıp fakültesinin, 261 anabilim dalı/bilim dalındaki öğretim üyesi ihtiyacının 2009-2010 yılı sonuna kadar en az bir yıl süre ile 27 üniversiteye bağlı tıp fakültesinden karşılanması” kararını, yürütmeyi durdurma amacıyla Danıştaya dava açmış.
Gerekçesi de, özetle: Kararda çok sayıda “hukuka aykırılık” varmış.
Biz bu yaklaşımı analiz ederken “doğruya doğru, eğriye eğri” diyen bir politika izleyeceğiz.
Yüzbini aşkın hekim ordumuzun yaklaşımının da bu bakış açısına sahip olduğunu düşünüyorum. Ancak Türk Tabipleri Birliği yöneticilerinin olaya “anatomik baktığını”, fizyolojik bakamadığının da altını çizmek istiyorum.
Ülkemizin her tarafının hepimizin olduğu bilinen bir gerçektir. Gelişmiş ülkelerle karşılaştırdığımızda ülkemizin en az 500 üniversiteye ihtiyacının olduğunu görebiliriz.
Üç yüz milyon nüfuslu ABD’de 3200 üniversite varken, 127 milyon nüfuslu Japonya’da 700’ü aşkın üniversite varken, çağdaş Türkiye’de 132 üniversite varsa, ilk konuşmamız gereken konu Hakkâri’den Edirne’ye bu işi nasıl kotaracağımız sorusuna cevap olmalıdır.
Bazı mahvillerde bu cümleleri okuyanlardan şöyle sesler çıkacağını da biliyorum:
Biz Amerika mıyız, biz Japonya mıyız? Evet kırklı yıllardan beri bu “kompleks” tekrarlana tekrarlana bugüne geldik; ve bir türlü Amerika, Japonya olamadık.
Oysa bize atalarımızın gösterdiği hedef, otuzlu yıllarda “muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkmak” felsefesini taşıyordu.
Otuzlu yıllarda “muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkmak” için çağın gerektirdiği her türlü altyapı kurulurken üniversiteleşmenin de “ivmesi” ayarlanmıştı.
O dönemde ABD’de vardı.
O dönemde Japonya’da vardı.
Her iki ülke de gelişme ve değişme sürecinin felsefesi ve metodolojisini yakaladıklarından, bugün bilim üretip “bilim ihraç eden” üniversiteleriyle övünmektedirler.
Bizler ise kırklı yıllardan sonra “Marchall” yardımının “besin değeri” performansıyla 132 üniversiteye 70 yılda ulaşabildik.
Şimdilerde de konuşmamız gereken şey kalite ve kantite yeterliliği olması gerekirken, ilk aklımıza gelen, gelişmeleri “davalar açarak” nasıl engelleriz yaklaşımı oluyor.
Yazık oluyor.
Bu yaklaşımlar ülkemize 70 yıldır bir şey kazandırmadı, kazandıramaz, kazandırmayacaktır.
Birbirimize davalar açarak bu ülkeyi kalkındıramayız.
Birileri yapar!
Birileri de yıkar!
Konuya dönersek:
Türk Tabipleri Birliği diyor ki:
“Dava konusu karar Yükseköğretim Genel Kurulu tarafından değil, Yürütme Kurulu tarafından alınmıştır. Bu durum -HUKUKA- aykırıdır.”
Hayır!
Bu durum “USULE” aykırıdır.
Bir “darbe anayasası” ile yönetilen bir ülkede, bir YÖK yasasıyla yönetilen bir üniversitede “HUKUK” arayışlarına girme yerine, “kanun” arayışına girmek daha doğru olur.
Darbe Anayasasının yılmaz savunucusu olan YÖK başkanları döneminde “YÖK YÜRÜTME KURULU” en etkili güç olarak kullanılırken, Türk Tabipleri Birliğinden “hukuka aykırılık” davaları görmemiştik.
Anayasa mı değişti!
YÖK yasası mı değişti!
Ne oldu da bugünlerde “hukuka aykırılık” türedi.
Evrensel insan haklarına dayalı olmayan bir anayasanın türettiği yasalar evrensel hukuk’un felsefesine uymaz.
Bu yüzden “hukuka aykırılık” dememeliyiz.
“Usule aykırılık” demeliyiz.
Evrensel insan haklarına dayalı bir anayasa, bilimin evrenselliğine uygun bir YÖK yasası yapmadan “sağdan ve soldan” Ergenekonculuk bitmez ve milletimize yazık olur.
Saygı ve sevgiler.