Son günlerde “Yumurta Muhabbeti” tadında tartışılan öğrenci-öğretim üyesi-üniversite “gerçeği” Ankara Üniversitesinin tarihsel derinliği olan Siyasal Bilgiler Fakültesi ortamında bir kez daha kamuoyuna yansıtılmıştır.
Ortaya çıkan fotoğrafı “vaka-i adiye” olarak geçiştirmek, düşünen hiçbir aydına yakışmaz.
Olayın öğrenci yönünün derinliği var.
Olayın öğretim üyesi yönünün derinliği var.
Olayın kurum yönünden derinliği var.
Olayın siyasi yönden derinliği var.
Bu yüzden olayı; sosyolojik, psikolojik ve felsefi temelleri analiz edilerek “yumurta muhabbeti” basitliğine indirgetmeden diyalektik bir tartışmaya tabi tutmak üniversiteye yakışan bir yöntemdir.
Ankara Üniversitesi, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunun temel paradigmasını oluşturan akıl-bilim yaklaşımının, garantör kurumu iddiasında olan bir yapılanmadır.
Üniversitenin tarihinde aklı ve bilimi bayraklaştıran rektörler, dekanlar ve üst düzey yöneticiler gelip geçmiştir.
Bu tarihsel süreç bir mücadele sürecidir.
Mücadelenin temel amacı:
Akıl dışı iş yapılmasın!
Bilim dışı iş yapılmasın!
Bu anlayış, süreç içerisinde yeni kurulan üniversitelere de ihraç edilmiş ve yaklaşımın doğruluğuna inanılıp üniversiteler Anayasal kurumlar haline dönüştürülerek üniversiteyi koruma refleksi canlı tutulmuştur.
Bu refleks, “Ordu göreve” pankartında kendini gösterdiği gibi, yumurta protestosunda da arka planıyla istikrarını bozmamıştır.
Bu tür olaylar Ankara Üniversitesinde çok olmuştur.
Bunların tekrarı da beklenmelidir.
Vaktiyle meşhur 68 kuşağının örgütlediği 68 öğrenci hareketlerinin hepsinin arkasında başlatıcı hareketler ve örgütlenmeler vardı. Fransa’da başlayan ve Türkiye’ye sıçrayan 68 öğrenci hareketleri birinci sınıfta olduğumuz o tarihlerde bizi de etkilemiştir.
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesinin birinci ve ikinci sınıfında olan 22 öğrenci ile birlikte boykot protestolarının ikinci aşamasını oluşturan “işgal” eylemini gerçekleştirmiştik. Sabahın saat dördünde Cebeci Kampüsünde toplanan 22 öğrenci ile Tıp Fakültesinin Morfoloji Binasındaki Dekanlık odasını işgal ettik.
Gerekçemiz, 18 maddeden oluşan talep listemizde kayıtlıydı.
Dekanın (o tarihlerde 40 yaşında dekanlık koltuğuna oturan Prof. Dr. Adnan Güvener hocamızdı) koltuğuna oturarak telefonla hocayı yataktan kaldırdık ve 18 maddeyi okuduk. Maddelerde, yemeklerin düzeltilmesi, kantinin modernleştirilmesi, ders notlarının teksir edilip dağıtılması gibi masum ve ihtiyaç olan konular vardı. Dekan olan hocamız hiçbirimizin yakından tanıdığı bir hoca değildi. Daha doğrusu yeni öğrenciler olduğumuz için henüz tanıma imkânımız da olamazdı. Ama kendisine 18 maddelik “Darbe” bildirisini okumayı kendimizde hak olarak görmüştük.
Çünkü biz 27 Mayıs 1960 darbesinin hoş görüldüğü bir kültürden geliyorduk. Büyüklerimiz (!) büyük darbe yapma haklarını (!) kullanabiliyorlarsa biz neden “mini darbe” ile bir fakülte yönetimini ele geçirmeyelim?
Altmış sekiz olayları Fransa’da başladığında ülkenin öğrencileri bir darbe kültürü ile yetişip hareket etmediklerinden olaylar ülkenin anormalleşmesine, demokrasinin dışına çıkmasına neden olmamıştı. Ama bizde aynı olaylar 12 Mart 1971 darbesini hazırladı.
Konumuza dönersek, 18 maddelik bildiriyi “darbenin konseyi” olarak hocalarımız olan dekana sunduğumuzda cevap, 18 adet “peki evladım” olmuştur.
Hocanın evladı gibi gördüğü öğrencilerine karşı bu babacan tavrı işgali bitirmiş ve hiçbir öğrenci hakkında da soruşturma açmamıştır.
Olay bir işgal olayıdır.
Ne “yumurta”ya benzer,
Ne de “tavuğa” benzer.
Bütün olay yöneticinin yönetim felsefesinde gizlidir.
İşgali bitirip dağılma aşamasında bizi biraraya getirip örgütleyenin kim olduğunu merak ettiğimizde, 6. sınıfta bir “ağabeyimizin” olduğu söylendi. Ancak kendisini hiç görmemiştik.
İşgali gerçekleştirdikten sonra kaybolmuştu.
Son söz bu Anayasa ile bu ülkeyi yönetemezsiniz,
Bu YÖK yasası ile de bu üniversiteleri yönetemezsiniz.
Saygı ve sevgiler.