Değerli Medimagazin dostları, bu ay sizlere çok bilinen bir zekâ oyunundan yine internet üzerinden derlediğim bilgiler ışığında kısaca bahsetmek istiyorum.
Bu oyun hepimizin bildiği satranç isimli oyundur. Satranç, insanların ilk bakışta \"Aman milletin işi gücü yok, iki saat bir hamle üzerinde düşünüyor\" felsefesiyle yaklaştığı bir şans oyunu olarak kabul edilmektedir. Oysa ki kesinlikle \"bir oyun\" denilerek basit bir şeymiş gibi gösterilemez. Satranç asırlardır insanların gözdesi olan, hiç eskimeyen, aksine oynandıkça daha iyi anlaşılan ve zeka sporu olarak tabir edilebilen bir oyundur. İnsanin zekâsını yoran ve geliştiren bir araç olarak kabul edilmektedir. Atası ise M.S. 600\’de Hindistan’da oynanan çaturanga isimli oyundur. Bölgedeki hükümdarlar önceleri kendi aralarında ‘toplumsal önemi çok büyük olan’ savaşlar düzenliyor ve karmaşık satranç kurallarına göre dört bölüklü ordularını (ordu da çaturanga olarak adlandırılmıştı) çevredeki geniş ovalarda çarpıştırıyorlardı. Köylülerden oluşan piyadeler kurban olarak önden ilerlerken, taarruz birlikleri karşı cephedeki piyade ve süvarileri korkutup ezebilmeleri için zırhlı fillerle korunuyordu. Okçular dört koşumlu savaş arabalarını büyük bir hızla düşman hatlarına doğru sürüyor ve süvariler düşmanı çevreleyerek kıstırmaya çalışıyorlardı. Kan ve ölüm kokan bu atmosferde, satranç oyununun ilk örneği kendiliğinden gelişti. Savaş, Brahmanlar için son derece entelektüel bir girişimdi. Çünkü Hintli bilginler çarpışmaların başarılı geçmesi için teorik tecrübeler edinerek yeni savaş taktikleri ve hileler geliştiriyordu. Savaş taktikleri için oyun taşlarının kullanılmış olması bu yüzden hiç de şaşırtıcı görünmemektedir. Belli bir zaman sonra bilginler Hindistan’da zaten uzun bir süredir kullanılmakta olan 64 kareli oyun tahtasını da bu oyuna uyarlamış ve ilk satranç oyunun yolunu açmışlardı.
Tarihçiler satrancın (daha doğrusu çaturanganın) din zulmünden kaçan Budist rahipler yoluyla Çin\’e götürüldüğünü düşünmektedirler. Çin satrancı 8. yüzyılın sonunda ortaya çıkmıştır. Satranç 625 yılları civarında İran’a ulaşmıştır. Araplar ise satranç hastalığına 25 yıl sonra yakalanmışlar ve satranç ismini onlar vermişlerdir. Emeviler İspanya\’yı 700 yılında işgal ettiklerinde, yanlarında satrancı da getirmişlerdir. Bizans İmparatorluğu ile de karşılaşmada önemli bir dönüm noktasıdır.
Yüzyıllarca satranç yavaş stratejik bir oyundu. 1400\’lü yılların sonunda iki uzun menzilli taşın (Fil ve Vezir) icadıyla oyun hareketlendi. Oyun bu taşlarla beraber çok heyecanlı hale geldi ve bir süre sonra İspanya\’dan tüm Avrupa\’ya yayıldı. 1510 yılında Yavuz Sultan Selim, şehzade iken sivil kıyafetle Safevi Devleti\’nin başındaki Şah İsmail ile ünlü bir satranç karşılaşmasını yaptı. Yavuz Sultan Selim’in, 1514\’de Safevi Devleti\’ni devirdiğinde, elde edilen ganimetler arasında 8 bin adet satranç takımının bulunduğu arşivlerdeki bilgilerde yer almaktadır. Rok kuralı çok daha yavaş kabul edildi. 1600\’lerin başında artık bir hamlede rok hareketi kural haline gelmişti. İlk resmi uluslararası satranç turnuvası 1851\’de İngiltere, Londra\’da düzenlendi. Bu turnuvada İngiltere şampiyonu Howard Staunton herkes için geçerli olması gereken satranç kurallarının onaylanma gerekliliğini tartışmaya açtı. Ne var ki bu hayalin gerçekleşmesi ancak bugün FIDE (Federation Internationale des Echecs) ismi altında bilinen uluslararası bir satranç federasyonunun kurulmasıyla mümkün oldu. Satranç şampiyonlarının hep dahiler arasından çıktığı bir gerçektir. Ancak bunun çok uç örnekleri de mevcuttur. Geçtiğimiz günlerde 64 yaşında ölen Bobby Fischer satranç şampiyonlarının en ilginçlerinden biridir. Satranç literatürüne “Fischer Santrancı” ve “Fischer Saati” kavramlarını hediye eden Fischer; 1943 yılında Alman Musevisi biyofizikçi bir anneden ABD’de doğmuş, 15 yaşında grandmaster olmuş ve 1972 yılında Rusların satranç kahramanı Boris Spassky’yi Rejkjavic’te yenerek, Sovyetleri ulusal oyunları satrançta geçtiği için, “ABD’nin ulusal soğuk savaş kahramanı” haline gelmiş, para ve şöhret kazanmıştır. İlerleyen yaşlarda ırkçı hale gelen Fischer, CIA’nın, Ruslar’ın, Yahudiler’in, herkesin, kendisinin peşinde olduğunu sandığı için, sürekli saklanmayı ve kaçmayı kendine iş edinmiştir. Tüm dişlerini çektirmişti, çünkü dişçisini CIA’nın tavladığını ve dişlerinin içine “chip” koydurarak izlediğini düşünüyordu. CIA nefreti nedeni ile anavatanı ABD’ye düşmandı, bu nedenle de İzlanda vatandaşlığına geçmişti. New York’ta gerçekleşen 9/11 olayında “Oh ne iyi olmuş!” diye radyo beyanatı verdiği için ABD’de adli takibe uğramış ve İzlanda’nın verdiği vatandaşlık ve pasaport sayesinde ABD’ye götürülememişti. Hiç evlenmeyen, pek arkadaşı olmayan, sürekli saklanan ve karanlıklarda dolaşan Fischer, hayatının son 30 yılını ırkçı, mutsuz, kaçak ve uyumsuz olarak yaşamıştı. Belki de ona zekâ ile paranoya eşit dozlarda bahşedilmişti. Tabii bu durum satranç dâhilerinin hepsi için geçerli değildir. 1976 yılında satranç bilgisayarları evlerde kullanılmaya başlanmış ve bundan 20 yıl sonra 1996’da Kasparov en gelişmiş bilgisayarı olan IBM Deep Blue\’yi 4-2 yenmişti. İnsan zekâsının makineye karşı kazandığı ilk belirgin zaferdi bu. Bir yıl sonra ise aynı Kasparov geliştirilmiş IBM Deep Blue\’ye karşı maçı kaybetti. Bu olay dünya satranç tarihinde bir dünya şampiyonunun bilgisayara karşı kaybettiği ilk maç olarak tarihe geçti. Bu oyunun hileli olduğu ve bilgisayara dışarıdan insan müdahalesi olduğu çok sonraları açıklanabildi. İnsana bahşedilen zekâ onun sahip olduğu en önemli meziyettir, bunun farkında olmak, yerinde ve iyi yönde kullanabilmek ise insanın kendisine kalmıştır. Herkesin sahip olduğu bu nimeti iyilik yolunda kullandığı mutlu ve mesut bir dünyaya sahip olabilme dileğiyle, esen kalınız.